30 Haziran 2017 Cuma

Diğer Blog

http://kuranadresim.blogspot.com.tr/
LİNK
TÜRKÇE ÖZLÜ KURAN ve DİĞER YAZILAR

Günümüz dili ile kolay okunup anlaşılabilir, nüzûl (indiriliş - vahyediliş) sırasına göre Türkçe özlü Kur'an. 

Kur'an Muhammed peygamberin ağzından okunduğunda o günlerde dinleyen herkes tarafından anlaşılıyordu. Çünkü hitap ettiği kitlenin tarihsel, edebi ve sosyolojik durumuna tamı tamına denk düşen bir dili ve uslûbu vardı. Geçen zaman içinde o kültürden uzaklaşılıp tarihsel koşulların kavranmaktan vazgeçilmesi ve Kur'an üzerine kasıtlı oynanan oyunlar ne yazık ki Kur'anı geniş halk kitleleri tarafından anlaşılmaz kılmış. 

Bu yaptığım çalışma bir tefsir / meal çalışması değil. Haşa haddim de değil. Taberi, Razi, Zemahşeri, Maturidi, Alusi, Beyzavi, Cabiri, Derveze Muhammed, Ebu Hayyan, Ebü-l Kasım, Ebu Müslim, Ebu Ubeyde, Ferra, Firuzbadi, Hicazi, İbnü'l-Arabi, İbn Aşur, İbn Atıyye, İbnü'l-Cevzi, İbn Kesir, Kâdî Abdülcebbar, Kurtubi, Muhammed Ali Mevlana, Maverdi, Meragi, Menar, Mevdudi, Muin, Mukatil, Teysir, Zeccac, vs vs vs gibi büyük müfessirlerle başlayıp, Abbas Fazl, Ali Cevad, Alusi es-Seyyid, Berru, Carim, Hüseyin eş-Şeyh, İbn Habib, İbn Hişam, İbn İsak, Makdisi, Sibai gibi siyer ve tarih ustalarıyla günümüze kadar gelen süreçte alim ilahiyat hocalarımızca yapılmış tefsir / meali günümüz dilinde geniş kitlelerce anlaşılır kılmak amacıyla ufak tefek katkılarla Kur'an'ı hiç bir sapmaya ve saçmalamaya maruz bırakmadan internette herkes tarafından ulaşılır kılma çabasıdır. 

Bir ateist olarak ısrarla göstermeye çalıştığım şey, bu kitabın karşıtları ve yandaşlarının ürettiği nefret ve ahlaksızlığın kaynağının bu kitapta olmadığıdır. Yıllardır tefsir veya mealleri ellerine alanlar bir kaç sayfa okuduktan sonra anlama zorluğu çektiği için Kur'an'ı bir kenara bırakıp bir daha da eline almıyor maalesef. Umarım bu durumun düzelmesine küçük de olsa bir katkım olur. 

İndirildiği dönemin tarihi sürecinde rahatça kavranabilsin diye nüzûl sırasına göre düzenlenmesini takdir ettik. Bana bu ilhamı vererek eserleri ile işimi kolaylaştıran başta Sayın Hasan Elik, Sayın Muhammed Coşkun hocalarımız ile onların muhteşem eseri "İndirildiği Dönemin Işığında Kur'an Tefsiri - Tevhit Mesajı" ve ilmiyle ufkumu açan Sayın Abdülaziz Bayındır hocamıza, özellikle derin ilim sahibi Süleyman Ateş hocama sonsuz teşekkür ederim. 

Attila Güven

Anlamını merak ettiğiniz surenin linkini tıklamanız yeterli 😊
LİNK
TÜRKÇE ÖZLÜ KURAN ve DİĞER YAZILAR


6 Haziran 2017 Salı

(İLHAD) ATEİZM ve DİNDEN ÇIKMANIN TARİHSEL KÖKLERİ

İLHAD
Dinden çıkma sonucunu doğuracak inanç ve görüşleri savunma anlamında felsefe ve kelam terimi.
(mülhid = ilhada sapan kimse) 

Sözlükte "meyledip yönelmek, gerçekten sapmak, emredileni yerine getirmemek, kuşku duymak, mücadele ve münakaşa etmek" gibi anlamlara gelen ilhad kelam terimi olarak Allah'ın varlığı veya tekliğini, dinin temel hükümlerini inkar etmek, bunlar hakkında kuşku beslemek veya uyandırmak, dini kuralları hafife almak" manasında kullanılır. İlhada sapan kimseye mülhid denir. Kur'an-ı Kerim'de fiil ve masdar halinde geçtiği dört ayette, "Allah'ın isimlerini tahrif ve tağyir ederek O'nu inkara kalkışmak, Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğine inanmamak ve onu başka birine nisbet etmek, haktan sapmak, ayetleri yalanlamak, sapıkça te'vil ve tahrif etmek" şeklinde özetlenebilecek bir manada kullanılmış­tır (el-Hac 22/25). Bu ayetlerin birinde zulümle birlikte ve onunla eş anlamlı olarak zikredilen ilhad böylece Cahiliye ahlakının ve tavrının karakteristik özelliği şeklinde zikredilir. Zira Kur'an'a karşı cahilce inat etme (hamiyyetü'l-cahiliyye), Allah'ın ayetlerine bir türlü teslim olmama, onları inkar etme Cahiliye tavrının belirgin niteliğini yansıtır.

DİNLER TARİHİ:
İlhad anlayışına farklı şekillerde de olsa her dinde rastlamak mümkündür. Hinduizm'de ferdin şimdiki hayatını öncekinin, gelecek hayatını da şimdikinin şekillendireceği tarzındaki sebep-sonuç prensibine dayalı ilahi adalet (karma) ve tenasüh (ruh göçü - ölen birinin ruhunun başka bir varlığa göçüp orada yaşaması inancı - samsara: yeniden doğuş) anlayışı üzerine temellendirilmiş olan kurtuluş doktrini (mokşa) bulunmaktadır. Bu doktrin gereği fertler, kendi varlık kategorileri için belirlenmiş kurallara uymadıkları sürece yeniden doğuş döngüsüne mahkum olacak, mutlak tanrı Brahma ile aynîleşmeyi ve ondan bir parça haline gelmeyi hedefleyen kurtuluşa (Nirvana) eremeyeceklerdir. 

Budizm'de Pali metinlerinde geçen ve "tri-ratna" (üç cevher) olarak adlandırılan "Buda'ya sığınırım, dhammaya (doktrin) sığınırım, Sangha'ya sığınırım" şeklindeki iman ikrarına inananların Nirvana'ya ulaşmaya aday oldukları, bu esaslara inanmayan ve dinin temel öğretilerine riayet etmeyen kimselerin ise samsarada bir üst varlık kategorisine geçemeyecekleri kabul edilmektedir. 

Kurtuluşun doğru bilgi, doğru iman ve doğru davranış, yani dinin temel öğretilerini doğru bilmek, bunlara iman etmek ve uygulamak şeklindeki imanın üç cevheriyle mümkün olduğu belirtilen Jainizm'de bu esaslara riayet etmeyenler, ruhlarını doğumla ölüm arasında cereyan eden bağdan kurtarıp ebedi kurtuluşa eremeyeceklerdir. Sih dininde de karma ve tenasüh (ruh göçü) anlayışlarının neticelendirdiği kurtuluşa ermenin yolu, Nanak tarafından tesbit edilen her gün Tanrı'nın ismi üzerine tefekküre dalmak, geçinmek için dürüstçe çalışmak, zenginlik ve mutluluğu diğerleriyle paylaşmak şeklindeki üç temel prensibe riayet etmektir. 

İlahi dinlerden Yahudiliğin gerek kutsal metinlerinde gerekse geleneğine ait literatürde ilhad konusu genellikle "ahdi bozmak" şeklinde ele alınmakta, bu arada çeşitli sebeplerle dinlerini terkedenlerden bahsedilmekte ve onlar hakkındaki dini hükümler aktarılmaktadır. Tevrat'da İsrailoğulları'nın dinlerine bağlılıkları, Rab Yahova ile aralarında gerçekleşen ahde sadakatleriyle özdeşleştirilmiştir. İsrailo­ğulları Yahova'nın sözünü dinleyip onunla yapılan ahde sadık kaldıkları takdirde bütün kavimlerden daha üstün tutulacaklar ve Tanrı'nın kahinler melekûtu (melekut = ruhlar ve melekler alemi) ve mukaddes milleti olacaklardır (Çıkış, 19/5-6) Ahdin gereği olarak İsrailoğulları'na düşen, başta on emir (Tesniye, 4/13) olmak üzere Hz. Musa'nın Rab Yahova'dan getirdiği esaslara uymaktır. Ahd-i Atik'te (Eski Ahit) İsrailoğulları ahde bağlı kalmaları hususunda devamlı uyarılmış (Tesniye, 7/9-12: 29/9): içlerinden bazılarının başka tanrılara, güneşe, aya (Tesniye, 17/2-3; Hakimler, 2/19-20). putlara (Yeremya, 34/18) tapınmaları ve secde etmeleri ahdi bozmak, Yahova'ya (Hoşea, 6/7) ve onun şeriatına (Hoşea, 8/1) karşı hainlik yapmak şeklinde nitelendirilmiştir. Ayrıca Ahd-i Atik'te, başka tanrılara kulluk etmek suretiyle Tanrı'nın emirlerine aykırı davranarak ahdi bozan kişilere (Tesniye, I3/6-11, 17/2-7) veya topluluklara (Tesniye, 13/12-18) uygulanacak cezai müeyyidelerden de söz edilmiştir. 

İsrailoğulları'nın bazı dönemlerde yaygın bir şekilde mabedlerinde Rab Yahova'dan başka tanrılara taptıkları (Hezekiel, 8/5-6). bazen de Yahova'nın yanında Ken'anlılar'ın tanrılarına meylettikleri (Hakimler, 2/1 1-15; Birinci Krallar, 16/31) belirtilmektedir. Öte yandan Antiochos Epephanes'in (m.ö. 175- 164) Filistin'e hakim olduğu dönemde şiddetli zulüm altında kalan bazı yahudilerin zorla Yunan kültürünün asimilasyonuna tabi tutuldukları, kısmen gönüllü olarak (İkinci Makkabiler, 4/13-15, 18- 19) Yunan tanrılarına tapındıkları rivayet edilmektedir (Birinci Makkabiler, 1/34, 43: 2/24 ). Yine bir kısım İskenderiyeli yahudinin dini anlayışlarında Yunan felsefesinin, özellikle de Epiküros felsefesinin etkisinde kaldıkları (Vaiz. 2/1-11), bunların Talmud geleneğinde Rab Yahova ile ahidlerini terkettiklerine hükmedildiği bilinmektedir (Nezikin, Sanhedrin, 38b). 

Ahd-i Atik'teki ifadelerden İsrailoğulları'nın zaman zaman ahdi bozdukları (Tesniye, 29/25: Birinci Krallar, I9/10; İkinci Tarihler, I2/1; Yeremya, 22/9: Daniel, 2/30) ve bu yüzden cezalandırıldıkları (Tesniye, 17/2: Yeşü , 7/11; Mezmurlar, 132/12) anlaşılmaktadır. Tanrı'nın, ahidierini bozan İsrailoğulları'nı önceleri himaye etmediği (Yeremya, 32/37), fakat daha sonra onlara acıyarak kendileriyle ahdini tazelediği (Yeremya, 31/31 -34, 32/37-41; Malaki, 4/8) görülmektedir. 

Yahudi geleneğinde dinlerini terkedenler için "mumar" (yahudi şeriatına açıkça karşı çıkan). "kofer'' (inkar eden) ve "meşummad" (inancı terkeden) gibi İbranice kelimeler kullanılmıştır; ayrıca Yunan filozofu Epiküros'un düşüncelerini benimseyenlere Epikoros ismi verilmiştir (Nezikin, Sanhedrin, 27a, 38b) Ancak yahudi bir anneden doğan veya gerekli protokollere uyarak Yahudiliği benimseyen ve sonradan dinini terkeden yahut bir başka dini tercih eden kimse yahudi şeriatına göre günahkar olmasına rağmen yine yahudi sayılmaktadır (Nezikin, Sanhedrin, 44a). Çünkü annesi yahudi olan kişi için Yahudilik'te kalıp kalmamak bir tercih meselesi değildir. Daha sonra Yahudiliği benimseyen kimse de yahudi bir anneden doğanla aynı statüye sahip olmaktadır. Yahudilik'te ilk ciddi amentü (Bir oluş, düşünce veya ideolojinin temelini oluşturan değer yargıları) çalışmasını gerçekleştiren Saadiah Gaon'un (Said b. Yusuf el-Feyyüml), temel iman ilkelerini terkedenleri Tanrı'dan başka bir beşere, güneşe veya aya tapanlar (Çıkış, 20/3), ne Tanrı'ya ne de bir başka şeye tapınanlar (Eyub, 21/14), inançlarında şüphe içinde bulunanlar (Mezmurlar, 78/36-37) şeklinde üç gruba ayırması ve bunların hepsini pişman olup tövbe ettikleri takdirde her iki dünyada da affedilecek günahkarlar olarak göstermesi (The Book of Beliefs and Opinions, s. 219-220). yahudi şeriatının bir yahudiyi inancını kaybetse de ölmeden önce tekrar tövbe etmesi mümkün olan bir günahkar saymasıyla paralellik arzetmektedir. 

Bu görüş günümüzde de geçerlidir. Yahudi anneden doğmayan veya daha sonra bu dine girmeyen bir kimse inancının gereklerini yerine getirse de yahudi sayılmazken yahudi anneden doğan bir kişi mülhid bile olsa en katı Ortodoks mezheplerce dahi yahudi olarak görülmektedir. Ancak mezhepler arasında genel prensiplerle ilgili görüş birliği bulunmasına rağmen bazı ihtilaflar da söz konusudur. Bir yahudi baba ile hıristiyan anneden doğan çocuk yahudi geleneğine göre yetiştirilmişse reformist mezheplere göre yahudi sayılır. fakat Ortodokslar bunu yahudi kabul etmez. Öte yandan hristiyan baba ile yahudi annenin çocuğu Ortodokslar'a göre yahudi sayılırken reformistlere göre sayılmamaktadır. Yahudiliği terkeden kişi bu dinden sayılsa da tövbe edip tekrar dinini yaşamaya başlamadığı sürece yahudi toplumunun sahip bulunduğu imtiyazlardan mahrum kılınır, şahitliği geçersiz sayılır, yahudi mezarlı­ğına defnedilmesine ve yasının tutulmasına izin verilmez; ancak bu kişinin şer'î evliliği geçerli kabul edilir. 

Hristiyanlığın temel öğretisini Hz. İsa'nın kurtarıcılığı, kurtuluşa erebilmek için İsa'ya, öğretilerine ve yeryüzünde onun bedenini temsil eden kiliseye intisap etmenin zorunluluğu oluşturur. Kilise babaları bu inancı. "Kilise dışında kurtuluş yoktur" şeklindeki ifadeyle dogma haline getirmişlerdir. Dolayısıyla bu dindeki ilhadı "Hz. İsa ve kilisenin öğretilerini terketmek veya bunlara karşı çıkmak" şeklinde tanımlamak mümkündür. 

Ahd-i Cedid'de (Yeni Ahit) "ilhad" anlamına gelebilecek çeşitli kelimeler kullanılmış olup "terketmek, vazgeçmek, isyan etmek" manasındaki Grekçe apostasia (apostasis) bunlardandır. Bu kelime bir yerde Musa şeriatını terketmek (Resullerin işleri, 21/21), bir başka yerde Tanrı'ya karşı isyan (Selanikliler'e ikinci Mektup, 2/3) şeklinde geçmektedir. Daha sonra aynı kelime Batı dillerinde (ing. apostasy, Fr. apostasie) "dinden dönme, irtidad" anlamında kullanılmıştır. Ahd-i Cedid'de Hz. İsa'ya ve öğretilerine inananlar itaatsizliğe (ibraniler'e Mektup, 2/3) ve itaatsizlik sebebiyle kurtuluşu kaybetmeye (ibraniler'e Mektup, 4/11-12) karşı uyarılmışlardır. "Bir kez nurlandırılmış, semavi vergiden tatmış, Rühulkudüs'e hissedar edilmiş ve Allah'ın iyi sözünü ve gelecek alemin kudretlerini tatmış oldukları halde yoldan sapanları yine tövbe için yeniletmek imkansızdır" (ibraniler'e Mektup, 6/4-6) şeklindeki cümlelerle ilhada düşenIerin durumu anlatılmış; "Çünkü hakikat bilgisine nail olduktan sonra kasten günah işlersek artık günahlar için kurban kalmaz, fakat hükmün dehşetli bir intizarı ve hasımları yiyip bitirecek olan şiddetli ateş kalır" (ibraniler'e Mektup, 10/26-27; ayrıca bk. 6/7-8) ifadeleriyle de nihai kurtuluş açısından onların akıbetine işaret edilmiştir. 

Bizzat Hz. İsa kiliseyi tesis etmiş ve kurtuluşun yegane yolu olarak ona bağlanmayı emretmiş, kendi öğretilerini ve vaftizi tebliğ etmek üzere havarilerini görevlendirmiştir (Matta, 10/40; 18/17; 29/ 19; Markos, 16/15; Luka, 10/16). Havarilerin akidelerinde de Petrus'un, "Başka hiçbirinde kurtuluş yoktur" (Resullerin işleri, 4/12) ifadesiyle İsa Mesih ve öğretilerine imanın gereği olarak kurtuluş için kilisenin zorunluluğuna vurgu yapılmıştır. Kilise babalarından Origen'e göre de kilise dışında kimse kurtuluşa erdirilmeyecektir. Kiliseye tabiiyet. Tanrı'nın krallığına girmenin ve kurtuluşun vazgeçilmez şartı olan vaftiz olmak (Yuhanna, 3/5; Markos, 16/16), inanç esaslarını kabul etmek ve kilisenin kutsal birliğine girmek anlamlarına gelmektedir. Bu sebeple Aziz Cyprian kutsal birlikten ayrılan sapkın grupları kilisenin dışında kabul etmiştir. Dolayısıyla vaftiz edilmeyenler, kilisenin öğretilerini inkar ederek ilhada düşenler, sapkınlar ve kilisenin otoritesini kabul etmeyenler kilisenin üyesi olmaktan çıkmaktadırlar. Ancak Katolik öğretisine göre hiç vaftiz edilmeyenlerle sonradan inkara düşenIerin kiliseyle ilişkileri farklı statülere tabidir.

Öte yandan Hristiyanların II. yüzyılın ortalarına kadar yahudi şeriatını uyguladıkları (Galatyalılar'a Mektup, 2/11-14), hatta bazı Hıristiyanların pagan mabedlerine gittikleri (Korintoslular'a Birinci Mektup, 8/10) ifade edilmekle birlikte yahudi-hıristiyanlardan (Qudeo-chretien) ve diğer gnostik unsurlardan müstakil olarak ilk dönem Hristiyan kilisesinin tesisi tamamlandığında kiliseden ayrılıp ilhada düşmenin daha belirgin bir nitelik kazandığı bilinmektedir. Yeni Eflaltuncu felsefe okulunun kurucusu Ammanius Saccas Hristiyanlığı terketmiş, Roma imparatoru Julian da sonradan pagan dinini benimsemiştir. III. yüzyıldan itibaren Hristiyan geleneğinde ilhad genelde pagan dinini tercih şeklinde olmuştur. Kilise babalarından Hermas'ın, vaftiz edildikten sonra gerçekleşen ilhadın affedilmesinin imkansız olduğu şeklindeki görüşü ilk dönem kilisenin bu konuyla ilgili müeyyidesini teşkil etmiş, nihayet Roma imparatoru Constantinus zamanında ilhad artık imparatorluk tarafından cezalandırılan bir sivil suç haline gelmiştir. Ancak İznik Konsili'nden sonra mülhidlerin tövbe ederek kutsal birliğe (komünyon) girmelerine izin verilmiştir. 

Kilisenin yargılama yetkisi açısından güçlü olduğu Ortaçağ'da ilhad suçu ağır bir şekilde cezalandırılmış, reform hareketlerinden sonra da Katolik kilisesi, Ortodoks ve Protestan kiliselerine rağmen kendisini kurtuluşun yegane yolu görmeye devam etmiştir. Hatta XIX. yüzyılın ikinci yarısında Papa IX. Pius, Katolik kilisesinin dışında kurtuluşa erişilemeyeceğini, fakat üstesinden gelinemez bir cehaletle Hıristiyanlığı öğrenemeyenlerin Tanrı katında suçlu sayılmayacağını ilan etmiştir. Ancak II. Vatikan Konsili'nden ( 1962-1965) sonra kilise yine kurtuluşun evrensel aracı olarak görülmekle birlikte diğer din ve mezheplerin varlığı da kabul edilmiş, bunların bazı olumlu değerler taşıdıklarından ve insanların kurtuluşuna yardımcı olduklarından söz edilmiştir. Artık ilhad hukuki keyfiyet taşıyan sivil bir  suç olmaktan çıkmış, sadece nihai kurtuluş açısından fertle kilise arasındaki iliş­kiyi belirleyen bir nitelik kazanmıştır. 

Günah işleyen veya Hz. İsa'nın öğretilerini ve kiliseyi terkederek ilhada düşenlerin pişmanlık duyarak tövbe etmeleri halinde tekrar kilisenin kutsal birliğine dahil olmaları mümkün görülmüştür. Ahd-i Cedid'in, "Göklerin melekûtu anahtarlarını sana vereceğim; yeryüzünde bağış­layacağın her şey göklerde bağışlanmış olur ve yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde çözülmüş olur" (Matta, 16/19) şeklindeki sözleriyle Hz. İsa adına havarilere verilen bağışlama yetkisi kilise tarafından üstlenilmiş. Lateran Konsili'nde (1215) şahsi tövbenin yılda hiç olmazsa bir defa yapılması gerektiği, Trent Konsili'nde de (1545-1563) vaftiz sonrasında işlenen günahların affı için tövbe sakramentinin (sakrament = Tanrı'nın zorunlu olarak bulunduğuna inanılan ayin) zorunlu olduğu kararına varılmıştır. Kilise hukukuna göre vaftiz olarak Hristiyanlığı kabul edip daha sonra Hristiyanlık'tan ayrılan kişi aforoz edilir. Böyle bir kişiyle evlenilmez, eğer evli iken ilhada düşmüşse bu durum boşanma sebebi sayılır. Bunlar Hristiyan mezarlığı­na defnedilmez.

İSLAM DÜŞÜNCESİ:
Arap Cahiliye toplumu alemin yaratılışı (mebde) fikriyle ilgilenmemiş, belli belirsiz bir yaratıcı tanrı fikrine sahip olmakla birlikte öldükten sonra yeniden dirilme konusundaki şüpheleri onları karamsarlığa ve menfi bir kadercilik anlayışına sevketmiş­tir. Esas olarak yaratan-yaratılan arasında bir süreklilik fikri taşımadıkları için Tanrı'nın bu dünyadaki hakimiyetine de inanamamışlardır. Onların bir kısmına göre yeryüzündeki hadiseler "dehr" (mutlak zaman) adı verilen bir başka faktörün etkisi altındadır (el-Casiye 45/24)
Bu konuda fikir verebilecek önceki yazımız;

Bütün hayat, tabiatın büyüme ve çürüme kanunlarıyla yönetilen bir felaketler yığınından ibarettir (el-En'am 6/29; ayrıca bk.Izutsu. s. 85-87, 117- 118, 122). Dolayısıyla etkisiz bir tanrı inancının yanı sıra irili ufaklı aracı tanrılara inancın oluşturduğu Arap politeizmi dünyevi bir ahlak anlayışına yol açmış. bu da ahireti ve uhrevi sorumluluğu ön plana çıkaran İslam'a karşı diretme, inkar, zulüm ve ilhadın sebebi olmuştur. İslam tarihi boyunca mülhid ve dehri nitelemeleri daima sapık inanışlar veya inkara sapan insanlar için kullanılmıştır. Cahiliye toplumundaki bu tür inanışların harici sebeplerinden de söz edilmektedir. Özellikle gnostisizm denilen batıni eğilimli akımlarla ilişki içinde bulunan Kinde gibi bazı Arap kabileleri komşu oldukları Fars ülkesinin senevi (iki tanrıcı) inançlarına açık olmuş ve muhtemelen bu durum İslam tarihindeki ilhad akımlarının yeşermesine zemin hazırlamıştır (Ali Sami en-Neşşar, I, 212-213). İslam'dan önce Fars hakimiyetinde bulunan Hîre (Lahmî) Emirliği bu kültürün Araplar'a intikalinde köprü işlevi görmüş, zındıklık akımı bu kanalla Kureyş'e kadar ulaşmıştır (Atıf Şükrî Ebû Avz, s. 76-77, 88-89). 

Müseylimetülkezzab hareketi gibi sapıklıklar bir yana İslam tarihinde ilhad akımlarının başlangıcı Emeviler'in son dönemine kadar uzanır. Başta kaderilik ve cebrilik olmak üzere bazı kelami akımların da ilhad kavramı içinde yorumlandığı müşahede edilmektedir. Nitekim özellikle Ca'd b. Dirhem ve daha sonra Cehm b. Safvan gibi isimlerin yaygınlaştırmaya çalıştığı, Allah'ın kelam sıfatının ve dolayı­sıyla ilahi ilmin hadis olduğu inancı ezeli sıfatların inkarı şeklinde bir ilhad akımı olarak tanımlanmış, hem Selefi hadis ekolü hem de Eş'ari kelamcıları tarafından mahkum edilmiştir. Ca'd b. Dirhem'in son Emevi halifesi Mervan ile oğluna hocalık yaparak onları da zındıklığa iten kişi olarak kaydedilmesi ilginçtir (İbnü'n-Nedim, s. 401). Buhari'nin Halku ef'ali'l-'ibad ve Ahmed b. Hanbel'in er-Red 'ale'l-Cehmiyye ve'z-zenadıka adlı eserleri, hadisçi ekolün ilhad ve zındıklık diye nitelediği akımlara karşı geleneksel aleyhtarlığın ilk örneklerindendir. Cehm b. Safvan'ın sistemleştirdiği şekliyle "irca" (kulların dini durumu hakkındaki nihai hükmün ancak ahirette Allah tarafından verileceği), "cebir" ve "sıfatların inkarı" başlıklarıyla özetlenen görüşlerin, Emevi rejimine ve resmi felsefesine karşı yürütülen siyasi muhalefetin bir yansıması olduğunu ileri süren modern yaklaşımlar (mesela bk. Muhammed Abid el-Cabiri, s. 318-322), Cehm'i mevali unsurunun ideolojik sözcüsü olarak mazur gösterme eğilimindedir. Ayrıca Cehm'in, o dönemde aşırıya varan teşbih (benzetme) ve tecsim (cisimleştirme) görüşlerine karşı ezeli sıfatları inkar etmesi de yine siyasi muhalefetle ilgilidir. Buna göre ezeli ilim "ezeli takdir" anlamına geldiği, bu da halihazır olumsuzluklara veya haksızlıklara mazeret olarak kullanıldığı ve böylece onları meşrulaştırdığı için ilim vb. sıfatlar Cehm tarafından hadis şeklinde yorumlanmıştır. 

Muhafazakar alimler bu fikirleri küfür ve zındıklık olarak nitelemiştir. Mesela Darimi bu fikirlerin senevi (Maniheist) anlayış arasında yer aldığını. Cehmiyye'nin ehl-i kıbleden sayılamayacağını, zındıkların en kötüsünün Cehmiyye olduğunu, dininden dönen bu insanların öldürülmesi gerektiğini ileri sürmüştür (er-Red 'ale'l-Cehmiyye, s. 6, 93-94, 99-101). Malati ise Cehm'in inkar ettiği dini akidelerin uzun bir dökümünü yapmış ve onun Horasan Sümenîleri'nin etkisinde kalan bir zındık olduğunu kaydetmiştir (et-Tenbih ve'r-red, s. 99-145). Bu literatürün öncülerinden olan Ahmed b. Hanbel de Cehm b. Safvan'ın Sümenîler'le yaptığı tartışmalara ve onlardan etkilenmesine önemle vurgu yapmaktadır (Kitabü'r-Red 'ale'l-Cehmiyye ue z-zenadıka, s. 221 ). Ancak başta mezhepler arası mücadelelere katılan ve ayrıca muhafazakar eğilimler taşıyanlar olmak üzere genellikle siyasi etkilerden uzak kalamayan itikadi fırka mensuplarının birbirlerine yönelik ithamlarının ihtiyatla karşılanması gerektiği belirtilmiştir. 

İslam düşünce tarihinde ilhad akımlarının sistemli ve örgütlü bir yapı kazanması Abbasi Halifesi Mehdi-Billah dönemine rastlar. "Zenadıka" adıyla anılan bu grupların Fars kültürünün üstünlüğünü savunan Şuûbiyye hareketiyle ilişkisine daima dikkat çekilmiştir. Zındıklık hareketi, İslam medeniyetinin gelişme çağındaki en ciddi ve tehlikeli ilhad akımı olarak kabul edilmektedir. Esas itibariyle Maniheist ve Mazdekçi itikadlara sahip bulunan ve etnik menşei Fars unsuruna dayanan entelektüellerin gizli veya açık şekilde bir Arap dini olarak algıladıkları İslam'ı fikren zayıflatmak, buna karşılık Fars kültürünün kadim ve üstün olduğuna inanılan özelliklerini vurgulayan eserler yazmak veya mevcut literatürü tercüme ederek yaymak faaliyetine zenadı­ka hareketi denmektedir (bk. ZINDIK). 

Bilhassa Abbasiler döneminde Hint ve Fars kültürüne ilginin artmasıyla birlikte bu kültürlerden beslenen tenasüh ve hulûl inancı İslami ibadet şekillerinin tezyif veya inkarı, mal ve kadında ortaklık fikri gibi bir yönüyle ilhad ifade eden telakkiler gizli veya açık şekilde dile getirilmekteydi. Söz konusu hareketlerden doğmuş olan Mukannaiyye ve Hürremiyye gibi ilhad fırkaları, İslam'ın temel inançlarını savunan düşünür ve bilginler tarafından titizlikle incelenmiş ve reddedilmiştir. Bu tür akımların, farklı gerekçelere dayalı da olsa yine bir muhalefet hareketi olan Şiiler'i destekleyip onların içine sızmak ve giderek onlarla özdeş görünmek suretiyle Batıniyye kimliğine büründüğü ve Karmatiyye, Dürziyye gibi isimler altında birçok ilhad akımının doğmasına yol açtığı bilinmektedir (bk. BATINİYYE). Ancak adı daima Batıniyye ile birlikte anılan İsmailiyye'nin gnostik eğilimler taşımasına rağmen senevi akidelere sahip olmadığı, hatta onlarla mücadele ettiği belirtilmelidir (Ali Sami en-Neşşar. ı. 230-232). 

Zındıklık ve Batıniliğin öğretileri içinde dehrilik ve tabiatçılık gibi felsefi kozmolojilerle şer kavramının yanlış tahlilinden doğan senevi inançların ve nihayet ilahi faaliyeti ezeli sıfatların bir tezahürü olarak görmeyip bu sıfatları Allah'ı inkara varacak şekilde reddetme tavrının bir arada yaşayabildiği görülmektedir. Bütün bu ateist veya deist görüşlerin neticesi olarak şer'i yükümlülükleri inkar edip dinin yasakladıklarını mubah gören (ibahi) bir tavır geliştirilmiş olması tabiidir. Sonuç itibariyle genel olarak Maniheist, Mazdekçi ve Mecüsi inançlarına gizli açık bir şekilde sahip olan zındık tipi inançsız, dinin emirleri karşısında kayıtsız ve alaycı nitelikleriyle ilhad kapsamı içinde değerlendirilmiştir (Atıf Şükri Ebû Avz, s. 108- 113). 

Abbasi Halifesi Mehdi-Billah, dönemin kelamcılarını mülhidlere reddiyeler yazmakla görevlendirmiş, ayrıca onları takip ve yargılama hususunda "sahibü'z-zenadıka" diye anılan yetkililer tayin etmiş ve görüşlerinden dönmeyen senevileri öldürtmüştür. Mu'tezile alimi Kadi Abdülcebbar'ın da bu yetkililerden biri olduğu kaydedilmektedir. Mehdi-Billah'ın, oğlu Hadi-İlelhakk'a aynı sert politikayı uygulama yolundaki vasiyeti Harunürreşid, Emin, Me'mun ve Mu'tasım tarafından da takip edilmiştir (Ahmed Emin, I. 139-144). Ancak Harunürreşid zamanında zındıklara karşı nisbi bir müsamahanın gösterilmiş olmasını Fars asıllı Bermeki ailesinin vezarette bulunmasına bağlayan, ayrıca Bermekiler'in zındıklığından kuşkulanan yaklaşımlar da söz konusudur. Mesela Ebu Bekir İbnü'I-Arabi, İslam dünyasında ilhadın doğuşunu Bermekiler'e bağlama eğilimindedir. Ona göre bu ailenin tıp ve felsefeyle ilgili çalışmaları batıl itikadların yayılmasına, zındıklığın gelişmesine, bu fikirleri işleyen edip ve filozofların zuhur etmesine yol açmıştır (el-Avaşım, s. 94-99). 

İslamiyet'i benimsemeden önce Mecusi veya Maniheist olduğu rivayet edilen İbnü'I-Mukaffa' zındıklıkla itham edilmiştir. Onun başta Kitabü Mazdek olmak üzere senevi kültürün başlıca klasiklerini Arapça'ya tercüme etmesi daima gizli bir ilhad niyetine bağlanmıştır. Buna karşılık çağdaşı Cahiz'e göre İbnü'I-Mukaffa', Fars kültür ve inançlarını iyi tasvir etmişse de tenkit gerektiren noktaları vurgulamamış, belki de bu yüzden yanlış anlamalara sebebiyet vermiştir (Atıf Şükri Ebu Avz, s. 184-185). Bu durum, gerçek mülhidlerle rakipleri tarafından saf dışı bırakılmak için ilhad suçuyla itham edilmiş olanlar arasında bir ayırım yapmanın önemli olduğunu göstermektedir. Bir devlet sekreteri olarak siyasetin riskli zemininde görev yapmış olan İbnü'I-Mukaffa'ın tartışmalı durumuna karşılık Beşşar b. Bürd, Salih b. Abdülkuddus gibi şairlerin ilhadı o kadar tartışmalı değildir. Şüpheci, inkarcı ve bazen ateşperest bir zındık olarak tasvir edilen Beşşar'a ait şiirlerin Mu'tezile kelamcısı Vasıl b. Ata tarafından, "Bu kör mülhidin kelimeleri şeytanın en saptırıcı ve aldatıcı ipleridir" şeklinde nitelendirildiği kaydedilmektedir (a.g.e. , s. 178-1 79). Şair Ebu Nüvas'ın , Beşşar'a ait şiirlerin Maniheistler'in törenlerinde ibadet kastıyla okunduğunu aktarması ilginçtir (Ahmed Emin, I. 151; Abdurrahman Bedevi, s. 38). Salih b. Abdülkuddus. açıkça ilhad propagandası yaptığı için Halife Mehdi-Billah tarafından idam ettirilmiş , ölüm cezasına çarptırılması istenen Beşşar ise içkiden dolayı had cezası uygulanırken ölmüştür. Onun mülhidliğinin daha ziyade mutlak bir septisizmle ilgili olduğu, yine Mu'tezile kelamcısı Ebü'I-Hüzeyl el-AIIaf ile yaptığı tartışmalardan anlaşılmaktadır (Atıf Şükri Ebu Avz, s. 181). Şair ve edipler arasında şeriatı hafife alıp ibahi bir tavır ortaya koydukları için zındıklıkla itham edilenler de vardır. Ebu Nüvas, Ebü'I-Atahiye ve Ebü'I-Ala el-Maarri bu ithamdan nasiplerini alan ediplerdir; ancak onların yer yer hazcı, yer yer şüpheci sözlerinde mutlak bir ilhadın izlerini aramak yerine karamsar bir dünya görüşünün tereddütlerini görmek daha uygun olur. Mesela Maarri, Ebü'I-Atahiye'nin haksız yere zındıklıkla itham edildiğini söylerken Ebu Nüvas'ı zındıklar arasında saymış, ayrıca kendi zındıklar listesine Hallac-ı Mansur'u da dahil etmiştir. Bu durum söz konusu ithamların izafiliği hususunda yeterli fikir vermektedir. Kendisi de zındıklıkla itham edilen Maarri'ye göre zındıkların öteki adı dehridir; onlar peygamberliğe ve ilahi kitaplara inanmazlar (Ahmed Emin. . 155). İlhadın gelişmesinde en etkili ismin şair ve katip Eban b. Abdülhamid olduğu kaydedilmektedir. Eban gözle görülmeyen cin, melek gibi varlıklara inanmıyordu (Abdurrahman Bedevi, s. 36). Kelamcı mülhid ve zındıkların en meşhurları ise İbn Talut ve Nu'man dır. Bunlar mülhidliğe nisbet edilen İbnü'r-Ravendi'nin hocaları olmuşlardır. Abdülkerim b. Ebü'I-Avca'nın adı da aynı grupta anılırken onun binlerce hadis uydurduğu belirtilir (a.g.e. , s. 38). Diğer bir mülhid olan Ebu İsa el-Verrak cisimlerin ezellliğine inanan Maniheist bir kelamcıydı. Hem senevi inançları hem dehri felsefeyi benimseyen Verrak'ın da İbnü'r-Ravendi'ye hocalık yaptığı kaydedilmektedir (Hayyat, s. 111). 

İslam dünyasında İbnü'r-Ravendi kadar mülhid nitelemesinin kendisiyle özdeşleştiği bir başka isim yoktur. Hayyat'a göre İbnü'r-Ravendi, Mu'tezile arasından kovulmasının hıncıyla bu ekole cephe almış ve yalan yanlış fikirler isnat etmek suretiyle Fadihatü'l-Mu'tezile adlı bir kitap kaleme almıştır. Esas itibariyle bu eser, Cahiz'in Mu'tezile'yi övüp Şia'yı yeren Faziletü'l-Mu'tezile'sine karşı yazılmış, Hayyat'ın el-İntişar'ından anlaşıldı­ğı kadarıyla kitapta Şia'ya yöneltilen sapıklık ithamlarının aynen, hatta fazlasıyla Mu'tezile için de geçerli olduğu iddia edilmiştir. Mu'tezile çevrelerinde derin yankılar uyandırdığı anlaşılan bu eser. Hayyat'ın "Kitabü'l-İntişar ve'r-red 'ala İbni'r-Ravendi el-mülhid" adlı kitabını kaleme almasına yol açmıştır. Hayyat'a göre İbnü'r-Ravendi, çeşitli eserlerindeki görüşleriyle ilhada boğulmuş bir sapıktır (a.g.e., s. 11-12). Onun dehrilik yakıştırmasında bulunduğu Mu'tezile öncüleri ise tam aksine dehriyye ve seneviyyeden olan çeşitli mülhid gruplara karşı reddiyeler yazmışlardır (a.g.e., s. 21 ). İbnü'r Ravendi'nin iniş ve çıkışlarla dolu fikir grafiğini doğru tesbit edip yorumlamak çeşitli güçlükler taşımaktadır. Mesela Matüridi'nin Kitabü't- Tevhid'inde (s. 193- 200). peygamberliği eleştiren ve mucizelere inancı tabii güçler hakkındaki bilgisizliğe bağlayan Maniheist Ebu İsa el-Verrak'a karşı öğrencisi İbnü'r-Ravendi'nin peygamberliği ispat için ileri sürdüğü deIiller uzun iktibaslar halinde zikredilmektedir. Buna rağmen İbnü'r-Ravendi İslam dünyasında tanrıtanımaz, materyalist, aklı tek evrensel ölçü kabul eden, bu yüzden peygamberliği gereksiz gören. Kuran'da çelişkiler olduğunu ileri süren, ilahi hikmeti ve adaleti inkar eden bir mülhid. kararlı bir dehri olarak tanınmaktadır. 

İslam mezhepler tarihinde Berahime ile peygamberliği inkar tavrı adeta özdeş­leşmiştir. Mesela Bakıllani, Berahime'nin temel inançlarını zikrederken onların peygamberliği ilahi hikmete aykırı bulup inkar ettiklerini, hac ve oruç gibi ibadetleri gereksiz saydıklarını, aklı yegane kılavuz gördüklerini belirtmekte, Mu'tezile'nin de benzeri akılcı tavırlara sahip olduğunu söylemektedir (et-Temhid, s. 96-109). 

Eflatuncu eğilimleriyle şöhret bulan filozof Ebu Bekir er-Razi'nin de mülhid olarak tanındığı bilinmektedir. Özellikle onun beş ezeli ilke ile (yaratıcı Tanrı , evrensel ruh , ilk madde, zaman, mekan) açıkladığı peygamberliğin inkar edildiği fikirler bulunan kitaplar yüzünden mülhid olarak damgalanmıştır. Nitekim peygamberlikle ilgili görüşlerine A'lamü'n-nübüvve adıyla bir reddiye yazan İsmaili kelamcısı Ebu Hatim er-Razi ismini zikretmeksizin onu ısrarla mülhid olarak anmıştır. Ancak İbnü'r-Ravendi gibi Razi'nin de inkarcılık ve kaba materyalizm anlamıyla dehriliğe nisbet edilmesinin isabetli olmadığı görülmektedir. Buna rağmen gerek Razi'nin felsefesi, gerekse alemin ezeliliği veya Tanrı'nın zatından başka ezeli ilkeler bulunduğu düşüncesi tevhide aykırı görüldüğü için bu düşünceden hareket eden yahut bu fikre ulaşan bütün felsefi kozmolojiler ilhad olarak değerlendirilmiştir.

İbn Hazm, İslam dinine temelden aykı­rı bulduğu çoğu kozmolojik görüşleri altı kısma ayırmıştır: 
-bilginin imkanını inkar etmek: 
-alemin ezeli olduğunu, yaratanı ve yöneteni bulunmadığını iddia etmek; 
-alemin ezeli olduğunu ve ezeli bir yöneteni bulunduğunu ileri sürmek; 
-alemin ezeli veya muhdes (İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan) olduğu konusunda farklı düşünmekle birlikte yöneticisinin ezeli ve birden çok olduğunda birleşmek: 
-alemin ezeli olmadığını, tek bir ezeli yaratıcının varlığını kabul edip peygamberliği inkar etmek; 
-alemin yaratılmış olduğunu, ezeli ve tek bir yaratıcısı bulunduğunu, peygamberliğin hak olduğunu kabul ederken bazı peygamberleri inkar etmek 
(el-Faşl, I. 36-3 7). 
İbn Hazm'ın bu sıralaması, İslam kelamında sapıklık olarak görülen inanç ve düşüncelerin derli toplu bir özetidir. Fırkalar ve ekoller açısından ele alındığında bu temel iddiaların İbn Hazm tarafından sırasıyla sofistlere (sûfestaiyye), ateist materyalistlere (dehriyye), Aristocu filozoflara (Meşşaiyye), çeşitli Mecüsi, Maniheist ve Mazdekçi akımlara ve onlarla birlikte Hermetik ve Sabii inançlara nisbet edildiği görülmektedir. İbn Hazm, bu fırkaların İslam dünyasındaki çeşitli uzantılarının toptan tekfir edilmesi ve bu mülhidlerin Kur'an'dan kendilerine göre anlamlar çıkarmasına itibar edilmemesi gerektiğini vurgulamaktadır (a.g.e., I. 166-167). Abdülkahir el-Bağdadi aynı temel görüşleri on beş grup halinde sıralamaktadır (Uşûlü'd-din, s. 319-322, 329-337). Bu düşünce geleneği içinde alemi ezen bir ilk ilietin ma'lülü, yani ezen bir varlık verme faaliyetinin eseri olarak tanımlayan Farabi ve İbn Sina gibi islam filozoflarının tekfir edilmesi de beklenen bir durumdu. Yeni Eflatuncu İslam filozoflarının ortaya koyduğu kozmolojik doktrinlerin batıni akımlarla benzerlik taşıdığı ve onlarla münasebet içinde bulunduğu düşüncesi, muhtemelen bu filozoflara ait fikirlerin mülhidce ve zararlı bulunmasında rol oynamıştır. Daha sonraki dönemde Muhyiddin İbnü'l-Arabi'nin Kur'an'dan çıkardığı ve yer yer felsefi bir dille ifade ettiği batıni anlamlar da onun tekfir edilmesine sebep olmuş­tur. Buna karşılık Batıniyye fırkası konusunda hassas olan Sünni alem de ve özellikle Türk dünyasında ciddi bir İbnü'l-Arabi ekolünün meydana geldiği de bir ger- çektir. 

Felsefe konusundaki menfi kanaatlerin esaslı fikirler haline gelmesinden sonra felsefi ilimlerin tahsilini bizzat İslam'ın emrettiğini ileri süren fakih-filozof İbn Rüşd'ün çabası felsefeye vurulan damganın silinmesinde etkili olmamıştır. Ancak felsefi faaliyetin bir ilhad ifadesi olmak şöyle dursun dinin bir emri olduğunu savunan Cemaleddin-i Efgani'nin başlattı­ğı yeni çığır (Keddie, s. 114), İbn Rüşd'ün sonuçsuz kalmış fikirlerini modern müslümanlar için bir ilham kaynağı haline getirmiştir. Hindistan'ın Aligarh Üniversitesi'nde tabiatçı (natüralist) bir felsefe cereyanını hakim kılmak isteyen Seyyid Ahmed Han ve arkadaşlarına karşı Arapça'­ ya tercüme edildiği adıyla er-Red 'ale'ddehriyyin başlıklı bir eser kaleme alan Efgani, natüralist olarak andığı ve eski Yunan materyalizmine dayandırdığı fikirlerin tanrıtanımaz karakteri üzerinde ısrarla durmuştur. Efgani'ye göre bu fikirlerin modern çağdaki temsilcilerinin özellikle Darwin'in etkisiyle söz konusu Hintli yazarlar maddeci, tabiatçı ve dehri olarak adlandırılan tanrıtanımazlara benzemişlerdir (a.g.e., s. 132-139) Bunların, eski İslam çağında Mısır'da Batıniyye adıyla ortaya çıkan ve Kur'an-ı Kerim'i te'vil eden tabiatçılardan bir farkı yoktur. Efgani'ye göre İran'da zuhur eden Babiler de Alamut tabiatçılarının bir devamıdır. Osmanlı Devleti, önde gelen bazı ilim ve devlet adamlarının tabiatçılara ait bozuk fikirlere kapılması yüzünden bugünkü kötü duruma düşmüştür. Modern sosyalist, komünist ve nihilistlerin de aynı tabiatçı yolu izledikleri bilinmektedir. bunların idealleri Mazdekçi ideallerle tıpatıp aynıdır (a.g.e., s. 156-160). 

Daha sonra Beşir Fuad, Baha Tevfik, Abdullah Cevdet gibi Osmanlı yazarlarının materyalist zihniyetine karşı Şehbenderzade Ahmed Hilmi ve İsmail Fenni Ertuğ­rul gibi fikir adamları felsefi mahiyette cevaplar vermişlerdir (bk. BATILILAŞMA [Felsefi Düşünce ). Ancak Türk - İslam kültür tarihinin Batılılaşma diye nitelenen bu safhası ile Türk ilhad tarihinin eski safhaları arasında belirgin bir ilişki yoktur. Eskiden Maniheist inançlara mensup olup bunun izlerini devam ettiren Türk topluluklarına Osmanlı literatüründe genel olarak zındık denmiştir. Bunların tabiata, güneşe ve aya taptıkları kaydedilmekte, bu kültürlerin Maniheizm'in kalıntıları olduğu düşünülmektedir. Mesela II. Bayezid zamanında (1481-1512) Rumeli'de takibata uğrayan Kalenderi dervişleri "ehl~i ilhad, ferik-ı. zındık ışık taifesi, rafizi, mülhid" gibi nitelemelerle anılmaktadır. Kendilerini Bektaşiliğe nisbet eden zındık ve mülhidlerden de bahsedilmektedir. Dolayısıyla mülhid, zındık ve rafizi kelimeleri Türk- islam kültür tarihindeki sapık inançların ortak adı olmaktadır (Ocak, sy 12 11982 J, s. 509-516). 

İlhada yönelik fikri eğilimlerin çağdaş Mısır'daki görünümüyle ilgili olarak Muhammed Hüseyin ez-Zehebi'nin Kur'an'ın çağdaş yorumuna sokulan "ilhadi renk" hususunda yaptığı değerlendirmeler ilgi çekicidir (et-Tefsir ve'l-müfessirûn, III, 188- 189, 198) Zehebi bazan bilim ve modernizm adına, bazan da sapık akımların etkisinde kalınarak yapılan bu te'villerin esas itibariyle dinin temel akidelerini inkara vardığına dikkat çekerek Ezher Üniversitesi'nde toplanan bir komisyonun bu tür tefsirler hakkında "dinde ilhad ve Allah'ın kelamını tahrif" hükmünü verdiğini kaydetmektedir 
(ilhada düşmenin sebepleri hakkında bk. TEKFİR).

MUSTAFA SİNANOĞLU - İLHAN KUTLUER
İslam Ansiklopedisi

Lütfen Okumadan Geçmeyin;
İSLAM ÖNCESİ VE İSLAM SONRASI ATEİZM (DEHRİYYE)

1 Haziran 2017 Perşembe

İSLAM ÖNCESİ VE İSLAM SONRASI ATEİZM (DEHRİYYE)


DEHRİYYE 
Alemin ezeli olduğunu ve bir yaratıcısının bulunmadığını savunan materyalist felsefe akımı. 
(dehri = ateist)

 "Mutlak zaman" anlamına gelen dehr kelimesine nisbeti sebebiyle bu isimle anılan ve İslam dünyasında genel olarak ateist ve materyalist düşünce akımlarını temsil eden dehriyye, belirgin şahsiyetlerin oluşturduğu bir felsefi akımı ifade etmesi yanında çeşitli felsefe akımlarındaki inkarcı tezlerin de ortak adı­dır. İslam dünyasındaki Meşşaiyye ve İşrakıyye ile kıyaslanabilecek bir dehriyye akımının teşekkül etmemiş olması, bu akımın sistematik felsefe tarihi açısından ele alınmasını zorlaştırmaktadır. İbnü'r- Ravendi gibi belirgin tarihi şahsiyetlerin söz konusu akımın öncüleri arasında sayılmasına rağmen İslam dünyasındaki ilhad (dinden çıkma) hareketleri ve bunlara gösterilen şiddetli tepkiler, dehriyye teriminin anlamını yer yer genişletmiş ve hatta belirsizleştirmiştir. Ayrıca inkara yol açabileceği endişesiyle esasen materyalist olmayan felsefi kabuller de dehriyye adı altında değerlendirilmiştir. Özellikle kelam kitaplarında, kendisini ötekilerden veya benzerlerinden ayırt etmeye yarayan birtakım niteliklere sahip bir dehriyye tanımından ziyade bir fikri veya şahsı dehri saymaya yetecek kabuller söz konusu edilmektedir. 

İslam'dan önce bazı Cahiliye Arapları arasında dehriyye anlamında materyalist bir dünya görüşünün mevcut olduğu Kur'an-ı Kerim'de, "Dediler ki hayat ancak yaşadığımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız, bizi ancak zaman (dehr) helak eder" (el-Casiye 45/24) mealindeki ayetten anlaşılmaktadır. Ayette geçen "dehr"in "dehri"ye dönüşmesi ise sonraki bir gelişmedir. Ancak dehri olarak nitelendirilen felsefi düşüncelerin ana hatları itibariyle bu ayette belirtilen dünya görüşüne uygun düşmesi, dehri ve dehriyye terimlerinin doğmasında etkili olmuştur. Nitekim Zemahşeri söz konusu ayeti açıklarken kainatta olup biten bütün olayları dehrin gücüne bağlayanların dünyadakinden başka bir hayata inanmadıklarını, ahireti reddettiklerini, dehri her şeyin sebebi saydıkları için şiirlerinde sık sık zamandan şikayet ettiklerini belirtir ve bundan dolayı Hz. Muhammed'in, "Dehre sövmeyiniz, çünkü dehr Allah'tır (veya Allah dehrdir)" dediğini (Müsned, V, 299, 311 ; Buhari, "Edeb", 101; Müslim, "Elfaz" , 4) hatırlatır (el-Keşşaf, lll, 512-513) Bütün kaynaklarda hadisin son kısmı, "Sizin dehre nisbet ettiğiniz olayların asıl faili ve yaratıcısı Allah'tır; bu sebeple zamana sövmekle Allah'a hakaret etmiş olursunuz" şeklinde açıklanmıştır. Şehristani de söz konusu inanç sahiplerinin varlık veren bir tabiat, yok eden bir dehr anlayışına sahip olduklarını kaydetmektedir. Daha sonra dehriler denilen bu zümre hayatı dünya hayatından ibaret görmekle duyulur nesnelerin tabiatlarına takılıp kalmışlardır. Bu tabiatların birleşip dağılmasıyla ölümün ve hayatın vuku bulduğuna inanmaktadırlar. Dehr ise tabiatlardaki oluş ve bozuluşun (nesnelerin fiziki, kimyevi ve biyolojik özellikleri) gerçek failidir. Şehristani'nin Muattılatü'l Arab" (Allah'ı inkar eden Araplar) başlığı altında incelediği dehriyye, Allah ve ahiret inancına sahip olmayan, duyulur nesnelerden akledilir aleme gerekli sıçramayı yapamamış ve metafiziğe kesin olarak sırtını dönmüş materyalistler olarak tanımlanmaktadır. Bunlar Şehristani'nin "tabîiyyûn- dehriyyûn" (natüralist - materyalistler) nitelemesiyle kaba sansüalist materyalizmi temsil ederler. Müellifin "el-felâsîfetü'd-dehriyye" (materyalist filozoflar) adıyla zikrettiği akım ise metafizik alemi kabul etmekle birlikte şeriatı kabul etmeyen ve bir ölçüde metafizikçi filozofların da (el-felâsîfetü'l-ilahiyyün) dahil edildiği akımdır (el-Milel, ll, 3-5, 235) Halbuki Gazzali daha önce dehriyyûn, tabîiyyûn ve ilâhiyyûn akımlarını kesin biçimde birbirinden ayırmış ve sadece birincileri ateist-materyalist olarak tanımlamıştı (el-Münkız mine'd-dalal, s. 37-41 ). Gazzali'nin gözünde dehriler tabiatçı filozoflardan, peygamberleri inkar yanında peygamber gönderen Allah'ı da inkar etmeleri bakımından ayrılırlar; bu sebeple onların kafir sayılmaları daha tabiidir (Fayşalü't-tefrika, s. 46-47). 

Gazzali'nin tasnifindeki netliğe karşı­lık, birçok kelam kitabında yer alan bilgilerdeki nisbi belirsizlikler dolayısıyla dehrîlerle tam olarak kimlerin kastedildiği yeterince açıklığa kavuşmuş değildir. Allah'ın inkar edilmesi, yeniden dirilişin reddi, alemin ezeliliği inancı , tabiatın bir fail olarak kabul edilmesi gibi görüşler, belirgin bir felsefi akıma nisbet edilemeyen, fakat, "Bizi helak eden (fail) dehrden başkası değildir" diyen eski Araplar da dahil olmak üzere çeşitli düşünce akımlarının belli yönlerden katıldığı fikirler olarak ele alınmakta ve bu kabuller genel bir felsefi-kozmolojik tavra işaret etmektedir. Mesela Mâtürîdî, dehrilerin alemin kıdemine olan inançlarını öne çıkarır ve onlara "ashabü't-tabai'" adını verir. Tabiatın ezelden beri varlığına olan inanç, Allah'ın bir fail olarak inkarı anlamına geldiği için tabiat kavramı reddedilir ve oluş-bozuluş süreci hem fiil hem hal anlamında Allah'ın yaratmasına bağlanır. Bu sebeple Sünni kelamda tabiat kavramına karşı takını­lan olumsuz tavır, tabiatı fail olarak tanımlayan kabullere karşı tepkiyi gösterir. Mâtürîdî, ayrıca cismani özellikteki atomların ezelden beri var olduğuna inanıp arazları inkar eden ve araz kavramını yalnızca determinist-mekanik bir harekete indirgeyen Demokritos atomculuğunu da dehriyye içinde değerlendirir. Yine Matürîdî'ye göre alemin ilk maddesini (tıynet (temel madde), heyûla (madde'nin biçimi kabul ediş kabiliyeti)) eni, boyu, derinliği olmayan ezeli bir imkan (kuvve) olarak tanımlayan, oluş ve bozuluşu yalnızca arazlarda gören Aristocu felsefe de dehriyye kapsamındadır. Burada gözetilen ölçü, Allah'ın varlığını kabul veya inkar olmayıp heyûlanın ezeliliği fikridir. 

Aynı düşünür, Sümeniyye denilen ve herhalde Budist kabuller taşıyan bir fırkayı da değişmeyi ezeli bir hudûsa (Yeniden meydana gelme. Sonradan peydah olma. Yok iken vücuda gelme) bağladığı ve Tanrı fikrine yer vermediği için dehriyye kapsamında değerlendirmektedir (Kitabü't-Tevhid, s. 141-147, 152-153). Harizmi de dehrin kıdemine inanan dehrileri, hem Allah'ı inkar eden Muattıla ile hem de putperest, tenasühçü, ezeli dehr ve alem anlayışına sahip Sümeniyye ile birlikte anmıştır (Mefatihu'l- 'ulum, s. 25). Ancak bu son eserde, iki ezeli prensip kabul eden ve zındıklar olarak anılan kesimin dehriyye ile ilişkisi belirsizdir. 

Zındıklar (zenadıka) hareketinin dehriyye ile münasebetinin gösterilmesi, Fars-Hint kültürünün bu akımın doğuşundaki rolünün tespiti bakımından önemlidir. Çünkü kaynaklarda zındıklarla ilhad (dinden çıkma) hareketleri  arasındaki paralelliklere daima işaret edilmektedir. İslam dünyasının klasik çağdaki en ünlü ateist ve materyalisti olan İbnü'r-Ravendi'nin hocaları arasında zikredilen İbn Talut, Nu'man b. Ebü'I-Avca' ve özellikle Ebu İsa el-Verrak gibi isimler ünlü zındıklardır. Yine Beşşar b. Bürd ve Eban b. Abdülhamid el-Lahiki gibi ediplerin Maniheist oldukları yahut o eğilimi taşıdıkları, bunların gözleriyle görmediklerine inanmayan (sansüalist), cin ve melekleri inkar eden kimseler olarak nitelendirildiği bilinmektedir. Fars kültürü ve edebiyatının üstünlüğü teziyle başlatılan Şuûbiyye hareketinin de içinde bulunduğu zındıklar, cüretlerini Kur'an'ın i'cazı fikrini sarsma girişimlerine kadar götürmüşlerdir. Nitekim ünlü edip ve mütercim İbnü'I-Mukaffa' için de Kur'an'a nazire yazdığı yolunda ithamlar söz konusu olmuştur. Bir tercüme şaheseri olarak kabul edilen Kelîle ve Dimne'nin "Babü Berzeveyh" başlığını taşıyan girişi , ister bizzat İbnü'l-Mukaffa' yazmış olsun isterse orjinalinden tercüme etmiş bulunsun, dinleri eleştiren cüretli pasajlar ihtiva etmektedir. İslam dünyasındaki materyalist akımın öncüsü kabul edilen İbnü'r-Ravendi'nin dinleri, peygamberleri ve mucizeleri inkara kadar varan eleştirileri de İslam öncesi İran literatürünün etkisine bağlanmaktadır. İbnü'r-Ravendi ez-Zümürrüd adlı eserinde akıl karşısında naklin gereksizliğini , aklın üstünlüğünü, İslam'ın akla aykırı, mucizelerin uydurma, bilimin peygamberlik fikrine zıt olduğunu, ibadetlerin saçmalıktan başka bir şey ifade etmediğini ileri sürmüş, ancak bu fikirlerini Hint kültürünün temsilcisi olan Brahmanlar'a söyletmiştir. Halbuki dinler tarihçisi Hasan b. Musa en-Nevbahti'nin de el-Ara' ve'd-diyanat'ta belirttiği üzere Brahmanlar tam aksi inançIara sahiptirler (bk. Firaku'ş -Şi'a, s. 23- 24). İbnü'r-Ravendi'nin Brahmanlar'la ilgili bu yakıştırması yüzünden kelam literatüründe Berahime peygamberliği inkar eden bir zümre olarak değerlendirilmiş­tir. Önceden bir Mu'tezili olan, daha sonra Şiiliğe meyleden İbnü'r-Ravendi, ünlü mülhid (Dinden çıkan, dinsiz, kafir, imansız. Haşir ve ahirete inanmayan.)  Ebu İsa el-Verrak ile karşılaş­tıktan sonra uydurma Brahmanlar'ın ağzından ateizmin sistemli bir propagandasını başlatmıştır (bk. Abdurrahman Bedevi, s. 35-44, 50-54, 71-74, 97-98, 115- 119, 128-131, 153, 186). İbnü'r-Ravendi'ye reddiyesiyle tanınan Mu'tezile kelamcı­sı Ebü'I-Hüseyin el-Hayyat, onun Kitabü't- Tac adlı eserinde cisimlerin yaratılmışlığını inkar ettiğini, alemde Allah'a delalet eden bir şey olmadığına, alem ve içindekilerin kadim olup bir yaratıcı ve yöneticisinin bulunmadığına inandı­ğını belirtmektedir. İbnü'r- Ravendi'nin dehriliğini eseriyle tescil eden Hayyat, Ebü'I-Hüzeyl el-AIIaf, Cahiz, İbrahim en-Nazzam gibi Mu'tezilller'in de dehriyyeninkine benzer fikirler taşıdıklarını iddia etmesi yüzünden İbnü'r-Ravendi'ye ateş püskürür ve adı geçen Mu'tezile düşü­nürlerinin gerçek tevhid ehli oldukları­nı ısrarla kaydeder (el-İntişar, s. 11-12, 19-21)

Peygamberlik meselesinde İbnü'r -Ravendi'nin izinden gittiği söylenen Ebu Bekir er-Razi, mutlak zaman anlamındaki dehri Tanrı, nefis, madde ve hala (boşluk) ile birlikte beş ezeli prensipten biri kabul etmesine rağmen kendisini dehri saymamaktadır. Razi'ye göre alem hadistir ve bu hudus (Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.) söz konusu beş ezeli prensip sayesinde gerçekleşmektedir. Açık­çası bu beş prensip kozmos ötesi bir mahiyet arzeder. Böyle bir açıklama biçimi Razi'ye göre dehrilere karşı yeterli olabilecek yegane ispat şeklidir. Çünkü ona göre alemin hudusü tek nedensellik ile açıklanamaz. Razi'nin dehrilere karşı kendisine minnet duyulmasını isteyen tavrı, hemşehrisi olan İsmaili kelamcısı Ebu Hatim er- Razi tarafından reddedilmiştir (A' la-mü'n-nübüvve, s. 14, 20-21). 

İbnü'r-Ravendi'nin yukarıda anılan zorlama ithamlarına karşılık Cahiz'in dehriler hakkındaki değerlendirmeleri Hayyat'ı haklı çıkarmaktadır. Özellikle dehriliğin Grek materyalizmiyle ilgisine işaret etmesi bakımından Cahiz'in verdiği bilgiler önemlidir. Üstelik Cahiz bu bilgileri, İbnü'r-Ravendi'nin dehrilik ithamına maruz kalmış olan İbrahim en-Nazzam'dan nakletmiştir. Buna göre dehriler kainatın nihai prensibinin dört unsur veya nitelik olduğunu ileri sürmektedirler. Dehriliği daha çok Yunanlılar'a ait bir felsefe olarak gören Cahiz, onların saf akli seviyelerinin bu kadar yüksek olmasına rağmen dehri olmalarını veya yıldızlara tapmalarını çevre ve taklidin etkisine bağlar; dolayısıyla dehriliği araş­tırıcı aklın değil taklitçiliğin ürünü sayar (Kitabü'l-Hayevan, V, 40, 46, 327). Cahiz'e göre dehriler Allah'ın varlığını, mucizeleri, şeytan, cin ve melekleri inkar ederler. Onlara göre Hz. Süleyman'ın cinlere de şamil olan hükümranlığı uydurmadır (a.g.e., ll, 139; IV, 85, 90) Daha çok Maniheist karakterli dehriliğin bir özelliği olan cin ve melekleri inkar, duyu ötesi varlıkları yok sayan kaba sansüalizmin bir ifadesidir. 

Cahiz'in çevre ve taklit faktörüne bağ­ladığı dehrilik inancını, İhvan-ı Safa da ahlaki zaafa bağlamaktadır. Onlara göre dehriler bu iddialarını akılları kıt olduğu için değil psikolojik zaaflarından ötürü ileri sürmüşlerdir ; duyulur aleme düşkünlükleri objektif ve akli davranmalarını engellemiştir. Aristo'nun sistemleştirdiği dört sebepten (fail, süri, maddi, gai) fail sebebi inkar etmeleri öteki sebeplerin temellendirilmesinde hataya düşmelerine yol açmış, yaratıcıyı inkarları yüzünden de Ezeliyye olarak anılmış­lardır (Resa, il, III, 455-456). Dehrilerin Ezeliyye şeklinde anılmasına Abdülkahir el Bağdadi de işaret etmektedir. Bağ­dadi'nin verdiği bilgiye göre bunlar, alemin, içindeki değişmeleriyle birlikte şimdi nasıl ise ezelden beri öyle olduğu fikrini benimsemişlerdir. Dehrilerdeki farklılıklar, arazlar yani kainattaki değişme meselesinde kendini gösterir. Bir kısmı ezeli atomları kabul, arazları inkar eder; bir kısmı atomları inkar, ezeli bir maddeyi kabul eder (ashabü'l-heyüla); bir kısmı arazları ezelden beri hadis kabul eder (ezeliyyetü'd-dehriyye) ; bir kısmı da cisimlerde ezelden beri gizli olan arazların belli tabii şartlarda zuhur ettiğini ileri sürer (Usulü'd -din, s. 52-55). Böylece Demokritos, Aristo ve İbrahim en-Nazzam gibi düşünürlerin fikirleri, ezel fikriyle olan ilişkileri yüzünden dehriyye adı altında ele alınmış olmaktadır. Alemin ezellliğini yahut Allah'tan başka ezeli prensiplerin mevcudiyeti fikrini kabul veya ima eden her türlü yaklaşım dehriliğe bağlanmış, yahut Seneviyye'de olduğu gibi dehrilikle yan yana anılmıştır. Çok yaygın olan bu tavır İbn Hazm'da da görülür. İbn Hazm, "Alem ya ezelidir ya muhdestir" şeklindeki şıklardan ilkini kabul edenlerin hepsini dehri saymış­tır. Grek atomculuğu, Aristoculuk, Razi'nin beş ezeli prensibi -ki müellife göre Mecusiler'den mülhemdir-, Mazdekiler, yıldızlara tapan Harran Sabiileri, hep birlikte dehri sayılmanın asgari müş­tereki olan alemin ezeliliği fikrine katılmaları sebebiyle dehridirler. Ancak İbn Hazm, tam anlamıyla dehrilerin fail sebebi inkar etmek suretiyle birden çok ezeli prensibin varlığına inananlardan ayrıldıklarını da söyler (el-Faşl, I, 47-50, 71- 73, 86-89, 90-91). Aynı düşünür, Muammer b. Abbad'ın, nesnelere ait özelliklerin (meani) sonsuz olduğu görüşüyle Eş'ariler'in sürekli yaratılışa dair fikirlerinin alemin ezeliliği kanaatine götürmesi bakımından dehriyyenin doktriniyle paralellik taşıdığını belirtmiştir (a.g.e., V, 60, 82). İbnü'l- Cevzi'nin, Nevbahti'ye ait el-Ara, ve'd-diyanat adlı esere dayanarak verdiği basmakalıp bilgiler kendi hamasi değerlendirmelerinin içinde iyice belirsizleşmektedir. Müellife göre şeytan, apaçık bir hakikat olan yaratıcının varlığını çok az insana inkar ettirebilince tabiatı yaratıcı diye telkin etmiş ve neticede dehrilik doğmuştur. Yunan filozoflarının bir kısmı bu fikirlere kapılmış, bir kısmı da -Aristo gibi- alemi ezeli bir illetli varlık kabul ederek onlara yaklaşmıştır (Telbisü iblis, s. 41-45) Ünlü mutasavvıf Abdülkerim el-Cili ise dehriliği, tapınma duygusunun yanlış bir yönlendirmesi veya Allah'ın herhangi bir tezahüründe takılıp kalması olarak görür. Putperestliğin doğuşundan sonra putlara tapmaktansa tabiatları asli prensip kabul etmenin daha mantıklı olacağını düşünenlerin (tabîiyyûn) yanı sıra sahip olduğu ilahi fıtrat yüzünden dehre tapanlar ortaya çıkmıştır. Halbuki Cili'ye göre sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk gibi tabiatlara tapanlar gerçekte Allah'ın hayat, ilim, kudret ve irade sıfatlarının oluşlar alemindeki tezahürlerine tapmaktadırlar. Dehriler de dehre hüviyeti açısından tapar (el-insanü'l-kamil, II, 120-1 26)

Gazzali'nin işaret ettiği ayırıma rağ­men natüralistler ve materyalistler, modern düşünür Cemaleddin-i Efgani tarafından da aynı kategoride değerlendirilmiştir. Efgani, er-Red ' ale'd - dehriyyin adlı eserinde "neyciri" (natüralist) olarak andığı dehrileri Demokritos ve Epikuros materyalizmine dayandırmakta, Ortaçağ İslam dünyasında Mazdekiler'in ve Batınller'in de neyciri olduğunu söylemektedir. Ona göre gerek kozmolojik materyalizme inanmaları, gerekse mülkiyet ortaklığını benimsemeleri açı­sından modern komünist, sosyalist ve nihilist akımlar da Mazdeki karakterli dehrilikle aynı çerçevededir (s. ı 33, ı 55- 160). 

Osmanlı Türkiyesi'nde 1789 yılında yayımlanmış bir fermanda Fransız devrimindeki dehri felsefenin reddedilmesi veya devrimin felsefesinden etkilenen Jön Türkler'in dehrilikle itham edilmesi, bu terimin İslam'ın modern çağında daha kapsamlı bir anlamda varlığını devam ettirdiğini göstermektedir (Berkes, s. 316,351; Ef2 !İ ng J. II, 97).

HAYRANİ ALTINTAŞ
İslam Ansiklopedisi

11 Şubat 2015 Çarşamba

KIZIL BAYRAKLARI GERİ GETİRMEK GEREKİYOR (Alain Badiou)

(Filozof, dramaturg ve yazar)

"İster İslam dininin sekter oluşumlarından, isterse Fransız ulusal kimliğinin ve Batı’nın üstünlüğüne inananlardan oluşsun kimlikçi ve katil faşist gruplara karşı mücadeleye diğer bayrakları tekrar geri getirmek gerekiyor: Kızıl bayrakları."
 1.    Arka plan: Dünya Durumu
Dünya bugün bütünüyle küresel kapitalizmin suretince kuşatılmış – ona keyfince hükmeden uluslararası oligarşiye tâbi ve tüm dünyada tanınan yegâne evrensellik olan parasal soyutlamaya kul köle olmuş vaziyette. Bizler hayli zahmetli bir zaman aralığında yaşıyoruz: Öyle ki, Komünizm Fikri’nin ikinci tarihsel aşamasının (savunulamaz, terörist « devlet komünizmi» inşası) sonu ile üçüncü aşamasını (gerçeğe uygun bir şekilde, «tüm bir insanlığın kurtuluşu»  politikasını uygulayan Komünizm) birbirinden ayıran bir zaman aralığı bu. Bu bağlamda, vasat bir entelektüel konformizm, mevcut olanın tekrarından gayrı bir geleceğin olmayışı fikrine eşlik eden, aynı anda hem derdine yanan hem derdinden memnun bir tevekkül hâli oluşmakta.
“Kimliklerin çeşitliliği” kisvesindeki kimlikçiliğin öteki yüzü olarak bazen mantıklı, bazen akıl almaz derecede ürkütücü; umutsuz ve ölümcül bir kimliğin; yoz kapitalizmin ve katil çeteciliğin karışımı bir muadilin ortaya çıkışına ve ölüm içgüdüsüne teslim bir çeşit tepkisel öznelliğin “çeşitçi” kimliğe karşı verdiği manyakça yanıta şahit olmaktayız. Bu yanıt, yeri geldiğinde kendini beğenmiş sözüm ona kimlik karşıtı kimlikçileri de uykudan uyandırıyor. Hâkim ve uygar kapitalizmin vatanı « Batı’daki » komplo senaryosu, kan döken terörizm imasıyla « İslamcılığın » karşısında. Bir tarafta belli belirsiz tanrılarını cesetlerle kutsamak için isyan bayrağı açmış silahlı katil çeteler ve aşırı silahlanmış bireyler; diğer tarafta da insan hakları ve demokrasi adına diğer tüm devletleri (Yugoslavya, Irak, Libya, Afganistan, Sudan, Kongo, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti…) yerle bir eden vahşet dolu uluslararası askeri müdahaleler. Öyle ki, bu askeri müdahaleler hâlihazırda büyük şirketlerin üzerinde semirdiği petrol arazilerini, madenleri, gıda kaynaklarını ve kuşatılmış bölgeleri güvence altına almak adına belirsiz, kırılgan olan bir barış ihtimalini de en azılı haydutlarla pazarlık konusu etmekten öteye geçemiyor.
Bütün bunlar, gerçek evrenselcilik vuku buluncaya, insanlığın kaderi yine insanlığın kendisi tarafından tayin edilinceye ve dolayısıyla Komünizm fikrinin yeni ve kararlı bir politik-tarihsel cisimleşmesi, iktidarını dünya ölçeğinde konuşlandırıncaya kadar sürecek. Böylece mülk sahipleri ve uşaklarının oligarşisi için devletlerin kulluğu, köleliği; parasal soyutlama ve nihayetinde zihinleri tahrip edip ölüme çağıran kimlikler de, karşı-kimlikler de yok edilmiş olacak. Dünya durumunun vadesi geç de olsa dolmakta – her türünden, tüm insanlığın kaderinde bütün kimlikler eşitlik ve barış içinde bütünleştiği zaman (ki kimlikler her daim olacaktır, şeklen tezat oluşturacaklardır) gecikmiş bu vade dolmuş olacak.

2. Fransa Özelinde: Charlie-Hebdo ve « Cumhuriyet »
Yetmişli yılların başkaldıran radikal solundan doğan Charlie-Hebdo bir sürü entelektüel, politikacı, « yeni filozof », iktidarsız iktisatçı ve muhtelif soytarı gibi demokrasinin, cumhuriyetin, laikliğin, kanaat özgürlüğünün, serbest teşebbüsün, cinsel özgürlüğün, bağımsız devletin – kısaca yerleşik siyasi ve ahlaki düzenin aynı anda hem alaycı, hem de hararetli bir savunucusuna dönüşmüştü. Süregelen şartlarda zihinlerin köhnemesi misali, böylesi bir dönüş hali bolca mevcuttur ve kendi başına, pek bir fayda sağlamaz. Çok yeni gibi görünen aslında Fransa’da son yüzyılın seksenli yıllarından itibaren başlanmış olan, yeni türden bir iç düşmanın sabırla inşasıydı: Müslümanlar. « İfade özgürlüğünü » tarumar eden sayısız ceza kanunundan, kılı kırk yaran kılık kıyafet denetimlerine; tarihsel anlatıya değin yeni yasakların ve yeni polisiye dizilerin izinde bir gayretle sürdü bu inşa. Cezayir Savaşı’ndan beri « Sol » ve Ulusal Cephe’nin karşı konulmaz yükselişi arasındaki bir tür rekabet, açık ve samimi sömürgeci ırkçılığın icrasıyla da köpürdü bu durum. Sebeplerinin çeşitliliği nasıl olursa olsun, hakikat, Muhammed’den günümüze Müslüman’ın, Charlie-Hebdo’nun kötü arzu nesnesi haline dönüşmüş olmasıydı. Müslümanları acı alaylarla ezmek ve adetleriyle dalga geçmek bu satışları düşmüş « mizah » dergisinin satışının temeli haline gelmişti, biraz benzerlikle – bir zaman önce  « Bécassine » adıyla, Bretonya’dan Parisli burjuva çocuklarının kıçını silmek için gelen fakir köylülerle (devrin Hristiyanlarıyla…) alay edildiği gibi.
Bütün bunlar özünde pek de yeni şeyler değil. Kurulu Fransız parlamenter düzeni - en azından kurucu sözleşmesinden; Thiers, Jules Ferry, Jules Favre ve « cumhuriyetçi » solun diğer başka önde gelen isimleri tarafından, 1871’de Paris sokaklarında yirmi bin işçinin katliamındaki becerisine – bu « cumhuriyetçi pakt » etrafında toparlanan pek çok eski solcu dahi, bir takım huzursuz kaynamaların kaynağı olarak hep kent dışındaki varoşlardan, çeperdeki fabrikalardan, ve varoşların karanlık birahanelerinden şüphe etmişlerdi. Kötü eğitimli karanlık genç adamların yaşadığı bu bölgelere her zaman kuvvetli polis ekipleri gönderilmiş, hapishaneler sayısız bahaneyle dolup taşmıştı. Muhbirler « gençlik çetelerinin » içine adice sızdırılmışlardı. Cumhuriyet de, sömürgeci imparatorluktan kalma isyan bastırma yöntemleri sayesinde katliamlarını ve ihtiyaç duyduğu yeni köleleştirme biçimlerini çoğaltmıştı. En küçük Afrikalı ve Asyalı küçük kasaba karakollarında dahi « şüphelilere » kesintisiz olarak işkence edildiği bu kan dökücü imparatorluğa, Jules Ferry gibi cumhuriyetçi paktın gerçek bir militanının Fransa’nın « uygarlaştırıcı görevini » yücelttiği beyannamelerinde imtiyaz sunulmuştur.
Eğitimsiz ve işe yaramaz takımından olmalarının ötesinde, (öyle gözüküyor ki şanlı Cumhuriyet okulu bu durumdan kendisine hiç bir pay çıkarmıyor ve hatanın öğrencilerde değil de kendisinde olduğuna bir türlü ikna olmuyor)  kenar mahallelerde azımsanamayacak sayıda gencin tümünün Afrika kökenli proleter ailelerden olduklarını yahut, hayatta kalmak için bizzat Afrika’dan geldiklerini ve bu yüzden de çoğunlukla İslam dinine mensup olduklarını fark edebiliyor musunuz?  Nihayetinde hem proleter, hem sömürgeleştirilmiş olmak: İtibar edilmemek ve ciddi ölçüde baskıcı tedbirlere maruz kalmak için iki sebeptir. Ne mutlu ki polis, aşırı sağdan olduğu kadar, azimli soldan da olabilen hükümetlerimizin aydınlık politikaları doğrultusunda işine ne gelirse onu yapmakta. Var sayalım ki siyah bir genç yahut Arap kılıklısınız – yahut yasak olduğu için kendi özgür isyan hissiyle saçlarını örtmeye karar vermiş genç bir kadınsınız. İşte o zaman demokrat polisimiz tarafından sokakta önünüzün kesilmesi ve çoğunlukla bir karakola götürülüp alıkonma ihtimaliniz, « Fransız » cevherine sahip birininkine karşılık dokuz, on kat daha fazladır. Zira gayet basittir: Fransız demek kuvvetle muhtemel ne proleter, ne de eski-sömürge olan birinin görünüşünde olmak demektir. Ne de Müslüman…  Charlie Hebdo, bir anlamda, bu polisiye adetleri çığıra çığıra taklit etmekteydi.
Charlie Hebdo'nun karikatürlerinin odağında kendi başına bir olumsuzluk gibiymişçesine Müslüman’dan ziyade, köktencilerin terörist faaliyetlerinin olduğu söyleniyor. Bu çok açık bir şekilde, nesnel olarak yanlış. Sıradan bir karikatürlerini ele alalım: Çıplak bir çift kıç - bu kadar – yazansa şu: «Peki Muhammed'in kıçı, işimize yarar mı? ». Müminlerin Peygamber'i, bu kepazeliğin sürekli hedefi, günümüz teröristi olabilir mi?  Bunun hiç bir politika ile ilgisi olamaz. «İfade özgürlüğünün» görkemli bayrağıyla da bir ilgisi yok. Bu İslam'ı hedef alan gülünç ve kışkırtıcı bir müstehcenlik, o kadar. Ve düşük düzeyden kültürel ırkçılıktan da daha fazlası değil, mahallenin taşkın Lepen'cilerini gülmekten kırmak için yapılmış bir «şaka». Karnı tok, sırtı pek olanları memnun edecek bu hoş « Batılı » şaka, aslında bir tahriktir; yalnız içler acısı koşullarda yaşamaya devam eden Afrikalı, Ortadoğulu ya da Asyalı geniş halk kitlelerine karşı değil; aynı zamanda çöp kutularımızı boşaltan, bulaşıklarımızı yıkayan, tadilatımızı yapan, telaş içinde lüks otel odalarımızı temizleyen ya da sabahın saat dördünde büyük bankaların camlarını temizleyen işçi kitlelerine karşı da yapılan bir şakadır bu. Kısacası, işleri ve aynı zamanda karmakarışık yaşamları, tehlike altındaki seyahatleri, birden fazla dil bilmeleri-konuşmaları, varoluşa dair bilgelikleri ve bir kurtuluş politikasının neye tekabül edeceğine dair yetenekleriyle bu halk, tüm dinlere dair meseleler bir yana, en azından ciddiye alınmayı - ve evet hatta hayranlık duyulmayı da hak etmektedir.
Zamanında, on sekizinci yüzyılda, görünüşte din karşıtı olan, oysa aslında insanları alaya alan cinsel içerikli şakalar bir çeşit kışla «mizahı» ortaya çıkarmıştı. Voltaire’in Jeanne d’Arc hakkındaki müstehcen yorumlarına bakın: Orleanslı Bakire, tam da Charlie Hebdo’ya yaraşır türdendi. Sırf yüce gönüllü Hıristiyan bir kadın kahramana yöneltilmiş bu arsız şiire bakarak bile alt sınıftan Voltaire’imizin eleştirel düşüncenin hakiki ve güçlü ışığını kesinlikle yansıtmadığını dile getirebiliriz. Bu aynı zamanda Robespierre’in, Devrim’in kalbini oluşturan din karşıtı şiddeti mahkûm ederek nasıl da bilgece davrandığını, ve neticesinde eline toplumsal muhalefet ve iç savaştan başka hiç bir şey geçmediğini de gösteriyor. Bu aynı zamanda bizi şunu düşünmeye de itiyor: İnsanlar –kasten ya da değil - Fransız demokratik düşüncesini bölen Rousseau’nun gerçek anlamda demokratik ve ilerlemeci yaklaşımından yana mı olmalılar, yoksa birer hedonist ve şüpheci de olan şehvet düşkünü iş bitiricilerden ve varlıklı spekülatörlerden yana mı olmalılar? Nitekim Voltaire’i hakiki kavgalarda galip kılan da işte omzundaki bu şeytanlardı. Fakat günümüzde bütün bunlar leş gibi sömürgeci zihniyet kokmakta – tıpkı başörtüsü karşıtı yasanın Breton başlığıyla dalga geçilen Bécassine tiplemesini yeniden hatırlatması gibi - Ve bütün bunlar aynı zamanda, kültürel faşizmin gözü kör bir düşmanlık ve köhnemiş bir cehaletle birleşip kendi hallerinden pek memnun küçük burjuvalarımızın kalplerine, kenar mahallelerden yahut da Afrika’dan kitlelerin  – yeryüzünün lanetlilerinin – saldıkları korkuyla birleştiği noktalardır.

3. Olan şey
1.Faşist Cürüm
Peki, polisin vakit kaybetmeden öldürdüğü üç Fransız genç? Öncelikle şunu belirtelim, öldürülmeleri sayesinde yaşananların ve suçun gerçek kaynağının tartışılması anlamına gelecek bir davadan yakayı sıyırmış olduk ki, bu duruma sevinen epeyce bir insan vardır. Bu aynı zamanda ölüm cezasının kaldırıldığının unutulmuş olduğu anlamına da geldi: Tıpkı Western filmlerindeki gibi, iş toplumsal intikama dönüştü. Olan bitene dair bir nitelendirmede bulunmak gerekirse, bu üç gencin faşist cürüm olarak tabir edilebilecek bir suç işlediklerini söyleyelim.
Ben şu üç özelliği sergileyen suç biçimini faşist cürüm olarak adlandırıyorum. Öncelikle, eylem körlemesine değil, maksatlı; zira ideolojik saikli, faşizan bir karakterde, bu da kimlikle, yani ulusla, ırkla, cemaatle, töreyle, dinle ilişkili olduğu anlamına gelir. Bu örnekte, klasik faşizmin sık sık hedef aldığı üç kimlik, katillerin de hedef tahtasında açık ve net bir şekilde yer aldı: Karşıt kanatta kabul edilen gazete çalışanları, nefret edilen bir parlamenter düzenin savunucusu polisler ve Yahudiler. Dolayısıyla ilkinde mesele dinle ilişkili, ikincisinde ulusal devletle, üçüncüsünde varsayımsal bir ırkla. Ayrıca burada aşırı bir şiddet söz konusu: Soğuk ve mutlak bir kararlılık hissi uyandırmayı hedeflediğinden küstah ve şatafatlı bir şiddet, aynı zamanda özyıkıma varan bir damara da sahip, öyle ki bizzat katiller de kendi olası ölümlerini kabulleniyorlar. Eylemlerindeki bu nihilist tutum, «Yaşasın ölüm!» hali… Üçüncüsü de büyüklüğü, şaşırtıcılığı ve norm dışılığıyla işlenen cürüm; dehşet uyandırmayı ve tam da bu yolla devlet ve kamuoyu nezdinde ortaya çıkacak kontrolsüz tepkileri beslemeyi, böylelikle cürmü işleyenlerin ve onları idare edenlerin gözünde, kanlı girişimlerinin simetrik biçimde onanmasını hedefliyor.
Bu tip cürümlerde, suçun işlenmesini sağlayan manipülatörler, eylem sonrasında akıbetini düşünmeyecekleri kişileri seçerler. Nitekim bunlar öyle büyük profesyoneller, gizli servis çalışanları, deneyimli suikastçılar falan değiller. Bunlar hayatlarında ne bir anlam ne de bir kaçış imkânı görebilen, salt eylemin büyüsüne kapılmış, hayatlarından çekip koparılmış sıradan insanlar. Bu karışıma bir tutam kimlik bileşeni eklenirse; biraz da sofistike silahlara, seyahatlere, çete hayatına, çeşitli iktidar ve zevk biçimlerine erişebilecekleri düşüncesiyle, biraz da paraya kavuşabilecekleri ihtimali sunulursa… Fransa’da çok başka dönemlerde dahi, faşist gruplara mensup pek çok kimsenin aynı sebeplerle katillere ve işkencecilere dönüşebildiklerine şahit olduk. Fransa’nın Naziler tarafından işgali sırasında, Vichy’nin «Ulusal Devrim» bayrağı altında topladığı milisler tam da bu duruma örnek teşkil eder.
Faşist cürümlerle karşılaşma riskini azaltmak istiyorsak, ders çıkarmamız gereken tablo işte budur. Bu gibi cürümlerin ortaya çıkmasına olanak tanıyan belirleyici etkenler açıktır. Toplum, küresel yoksulluğun içinden çıkan bu genç insanlarla ilgili olumsuz kanılar besliyor; ve onlara yaklaşmaya da olumsuz bakıyor. Tartışmaya kapalı kimlik, teşvik edilen ırkçı ve sömürgeci kategorilerin dolaşımı; ve hatta ayrımcılık ve damgalanmayı dayatan ceza yasaları gibi meseleler bambaşka yollarla da ele alınabilir. Ayrıca hiç şüphesiz, bu genç insanları faal, sağlam ve akılcı bir politik hedef etrafında örgütleyebilecek -mevcut mutabakat dışında- devrimci ve evrensel nitelikteki politik seçenekler uluslararası ölçekte de müthiş derecede zayıf durumda. Hiç yok demiyorum, bizim ülkemizde de çeşitli görüşleri temsil eden ve insanlarla somut ilişkiler kuran politik eylemciler var. Kamuoyu, ancak tüm bu olumsuz etkenleri dönüştürecek sürekli bir faaliyet ve hâkim politik şekli tepeden tırnağa değiştirmeye yönelik bir çağrı söz konusu olduğunda durumun vahametine dair gerçek bir fikir sahibi olacaktır. Bu da, kendi haline bırakıldığında daima tehlikeli sonuçlar doğuran polis faaliyetlerinin, maharetli ve aydınlık bir kamu vicdanına tabi olmasıyla imkân bulur. Hükümet ve medyanın tepkisiyse bunun tam tersi oldu.

4. Olan şey
2. Devlet ve Kamuoyu
En başından beri devlet, bu faşist saldırının ölçüsüz ve aşırı tehlikeli bir biçimde kullanma yolunu benimsedi. Kimlikçi saiklerden kaynaklı bu suçun karşısına, başka bir simetrik kimlikçi saik koydu. « Fanatik Müslümanlara » karşı iyi Fransız demokratı hiç çekinmeden iliştiriverdi. Skandal sayılabilecek «ulusal birlik»,  yani « kutsal ittifak» teması, tozlu raflardan çıkarıldı - ki bugüne kadar bu tema, Fransa’da genç insanların bir hiç uğruna kendilerini cephelerde kurban etmesinden başka bir işe yaramamıştır. Bu temanın kimliğe ve savaşçılığa dayandığını bir de, Hollande’larımız, Valls’lerimiz tüm medya organlarınca izlenirken, Bush tarafından – bugün yıkıcı ve absürd sonuçlarını artık bildiğimiz – uğursuz Irak işgali sırasında icat edilmiş olan « terörizme karşı savaş »  havasını tekrar tutturduklarında hepten görmüş olduk.  Bu faşist tipteki izole suç bahanesiyle, insanların evlerinden çıkmamaya, yahut yedek üniformalarını kuşanıp Suriye’ye savaş borusunun peşinden gitmeye çağrılmamış olunması da ayrıca isabetlidir.
Kafa karışıklığı, devlet insanları tamamıyla otoriter bir biçimde gösteri yapmaya çağırdığında şahikasına ulaştı. Burada, « ifade özgürlüğünün » ülkesinde, devlet emriyle bir gösteri! Valls’in törende hazır bulunmayanları hapsetmeyi düşünüp düşünmediğini kendi kendine sormadan edemezdi insan. Bir dakikalık saygı duruşuna riayet etmeyenler de, şurada ve ya burada cezalandırıldı zaten. Gerçek anlamı ile her şeyi gördük. Yöneticilerimiz halk nezdinde sürünür haldeyken - böyle bir zaferi hayallerinde dahi göremeyecek yolunu şaşırmış üç faşist sayesinde - bir milyondan fazla kişinin önünde boy gösterip «Müslümanlar» tarafından hem terörize edilen, hem de beslenen demokrasiyi, Cumhuriyetçi paktı ve büyük Fransa’nın görkemini kurtarmayı başardılar. Ve hatta fikir özgürlüğünü ve sivil barışı kutlamak üzere geldiği varsayılan sömürgeci savaşın baş suçlusu Netanyahu’nun dahi, göstericilerin önünde ilk sırada yer alması mümkün oldu.
«İfade özgürlüğü», e hadi bunun hakkında konuşalım! Gösteri bunun tam tersini teyit etti: üç-renkli bayrağın büyük desteği arasında Fransız olmak her şeyden önce devlet gözetiminde aynı fikre sahip olmak demektir. Tüm bu süre boyunca, olan biten hakkında özgürlüklerimiz ve Cumhuriyetimiz türküsünü tutturmaktan, genç proleter Müslümanların ve ürkütücü şekilde kapatılmış genç kızların kimliğimizi, birliğimizi bozmasını lanetlemekten ve «terörizme karşı savaşa» yiğitçe hazırlanmaktan başka bir fikir ileri sürmek pratik olarak mümkün değildi. Ve hatta, ifade özgürlüğüne hayran olunası şu çığlığı dahi duymuş olduk: «Hepimiz polisiz».
Bütün bunlar bir yana bugün, çok küçük istisnalar dışında, basın organları ve televizyonlarının tamamının büyük ve özel sanayi ya da finans gruplarının elinde olduğu bir memlekette, «ifade özgürlüğü» hakkında konuşmaya nasıl cesaret edebiliyoruz? Bu büyük grupların, Bouygues’in, Lagardère’in, Niel’in ve diğer tamamının özel çıkarlarını demokrasi ve ifade özgürlüğü mabedine teslim edeceklerini tasavvur etmek için «Cumhuriyetçi paktımızın» esnek ya da uyum sağlamaya elverişli olması gerekir!
Ülkemizde yasaların tekçi düşünceye ait, korku veren itaat yasaları olması aslında çok doğal. Özgürlük - düşünce, ifade, eylem ve hatta yaşam özgürlüğü de dâhil olmak üzere genel olarak bugün, polisin bir düzine faşist haydudun izini sürmesinin, sakallı ya da örtülü şüphelilerin ihbar edilmesinin, bir zamanlar Komüncülerin kesildiği «varoşların» vârisi karanlık «kenar mahallelere» dair süre gelen şüphenin yedeği haline mi gelmiştir sadece? Kurtuluş mücadelesinin, kamusal özgürlük fikrinin başlıca görevi bu kenar mahallelerdeki gençlerle, örtülü ya da değil tüm genç kadınlarla; herhangi bir kimliğe ait olmayan («proleterlerin vatanı yoktur») ve sonunda kendi kaderini kendi tayin eden bir insanlığın eşitliğini hazırlayan yeni bir politika çerçevesinde, mümkün mertebe müşterek hareket etmek değil midir? Bu politika, utanmak bilmez sahici sahiplerimizi, kaderimize hükmeden zenginleri başımızdan savmanın en akılcı yolunu ön görmek değil midir?
Fransa’da uzunca bir süredir iki tip gösteri yapılagelmiştir: Kızıl bayrak altındakiler, ve de üç-renkli bayrak altındaki gösteriler. Bana inanın: Efendilerimiz tarafından yönetilen ve kullanılan üç-renkli bayraklar değil işe yarayacak olanlar. İster İslam dininin sekter oluşumlarından, isterse Fransız ulusal kimliğinin ve Batı’nın üstünlüğüne inananlardan oluşsun kimlikçi ve katil faşist gruplara karşı mücadeleye diğer bayrakları tekrar geri getirmek gerekiyor: Kızıl bayrakları.

Alain Badiou
Fransızca’dan Çevirenler: İlksen Mavituna, M. Efe Fırat, Nıvart Taşçı

9 Şubat 2015 Pazartesi

ALBERT EİNSTEİN - Neden Sosyalizm?



Ekonomik ve sosyal konularda uzman olmayan bir kişinin görüşlerini sosyalizmi baz alarak açıklaması doğru mudur? Birkaç nedenle doğru olacağına inanıyorum.

Soruyu önce bilimsel bilgi açısından ele alalım. Astronomi ile ekonomi arasında çok temel yöntemsel farklılıklar yok gibi görünebilir: Her iki alanda da bilim insanları, tanımlanmış (sınırları belirlenmiş) bir grup olgunun genel kabul gören yasalarını keşfetmeye çalışırlar. Genel yasaları bulmaya çalışmalarının nedeni olguların kendi aralarındaki ilişkileri (bağımlılıkları) en anlaşılabilir biçimde ortaya koymaktır. Ancak gerçekte iki dal arasında yöntemsel farklılıklar vardır. Ekonomi alanında genel yasaları keşfetmek zordur, çünkü gözlemlenen ekonomik olgular çoğu kez kendi başlarına değerlendirilemez nitelikte olan birçok faktör tarafından etkilenirler. Buna ek olarak, çok iyi bilindiği gibi, insanlık tarihinde uygarlığın ortaya çıkışından başlayarak üst üste eklenen deneyimler, doğası ekonomik olmayan nedenler tarafından büyük ölçüde etkilenmiş ve sınırlanmıştır. Örneğin tarihin önemli devletleri varlıklarını fetihlere borçlu olmuşlardır. Fatihler, fethettikleri yerlerde kendilerini yasal ve ekonomik olarak imtiyazlı sınıf haline getirmişlerdir. Toprak mülkiyeti tekeli kurmuşlar, değişik rütbeleri içeren bir ruhban sınıfı atamışlardır. Eğitimi kontrol eden rahipler toplumdaki sınıfsal bölünmeyi kurumsallaştırıp, kalıcı hale getirmiş, o zamandan bu yana insanların, şuursuzca, kendilerini toplumsal davranış içine sokan ve güden bir değerler sistemi yaratmışlardır.


Sosyalizmin gerçek hedefi


Ancak tarihsel gelenek, insanlığın gelişmesinin düne kadar Thorstein Veblen’in "yağmacı dönem" adını verdiği aşamanın ötesine hiçbir yerde geçemediğini göstermektedir. Gözlemlenen ekonomik gerçekler o döneme aittir ve onlardan türetilecek yasalar insanlığın diğer dönemlerine uygulanamaz. Sosyalizmin gerçek hedefi bu dönemin ötesine geçerek, insanlığın gelişimini yağmacı dönemden daha ileri bir döneme taşımak olduğuna göre, ekonomi bilimi, mevcut haliyle, geleceğin sosyalist toplumuna çok az ışık tutabilmektedir.

İkinci olarak sosyalizm, amacı toplumsal-ahlak olan yöne yönelmiştir. Ancak bilim amaç yaratmadığı gibi, bunları insanlara da aşılayamaz; bilim, en fazla, amaçlara ulaşılmasını sağlayan araçlar yaratabilir. Ancak amaçlar yüce ahlaki ideallere sahip kişiliklerce kavranılırsa ve bu amaçlar ölü doğmamışsa, yaşamsal ve güçlülerse bir çok insan tarafından ileri taşınarak, toplumun yavaş/ağır evrimine yön verir.

Bu nedenlerden ötürü insana ilişkin sorunlarda bilimi ve bilimsel yöntemleri fazla abartmamaya dikkat etmek ve toplumun örgütlenmesini etkileyen sorunlarda sadece uzmanların söz hakkı olduğunu da varsaymamak gerekir.


Bir çıkış var mı?


Bir süredir çok sayıda kişi toplumun bir krizden geçtiğini öne sürerek, toplumun dengesinin ciddi olarak bozulduğunu ifade etmektedir. Böyle durumlarda kişilerin farklı düşünmeleri, hatta ait oldukları gruba karşı düşmanca hisler beslemeleri tipik bir davranıştır. Ne dediğimi anlatmak için başımdan geçen bir deneyimimi aktarayım. Geçenlerde zeki ve iyi yetişmiş bir kişi ile yeni bir savaş tehdidini tartışırken, böyle bir savaşın insanlığın varlığını ciddi biçimde tehlikeye sokacağını ve bu tehlikeyi ancak uluslarüstü bir organizasyonun önleyebileceğini söyledim. Bunun üzerine muhatabım bana gayet sakin bir biçimde, "İnsan ırkının yok olmasına niye bu kadar karşısın?" dedi.

Eminim ki daha bir asır önceye kadar hiç kimse böyle gayr-ı ciddi bir söylemde bulunamazdı. Bu söylem kendi içinde bir denge sağlamak için boşuna uğraşmış ve bunu başarma umudunu az-çok kaybetmiş bir adamın söylemi idi. Bu söylem acı veren bir yalnızlığın ve tecrit olmanın ifadesidir ve bu günlerde çok kişi aynı acıyı çekmektedir. Sebebi nedir? Bir çıkış var mı?

Böyle bir soruyu sormak kolay, ancak belli derecede ikna edici bir yanıt vermek zordur. Ancak duygularımızın ve uğraşlarımızın çelişkili, belirsiz olduklarının bilincinde olarak ve onların kolay ve basit formüllerle ifade edilemeyeceğini bilerek yine de elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıp, yanıtlamayı deneyeyim.


Bireysel ve sosyal varlık


İnsan hem tek başına yaşayan hem de sosyal bir varlıktır. Tek başına yaşayan bir varlık olarak kişisel isteklerini tatmin etmek ve doğuştan edindiği yeteneklerini geliştirmek için kendisinin ve yakınlarının varlığını koruma çabası içindedir. Sosyal bir varlık olarak ise, çevresindeki dostlarının sevgisini ve takdirini kazanmaya, mutluluklarını paylaşmaya, acılarını dindirmeye ve yaşam koşullarını iyileştirmeye çalışır. İşte sadece bu çeşitli, zaman zaman çelişkili çabaların varlığı, insanın özel karakterini açıklar; bunların özgün bileşimi bireyin içsel bir dengeye erişme derecesini belirler ve toplumun esenliğine katkıda bulunur. Genel olarak bu iki dürtünün görece dirençlerinin kalıtımla düzenlenmiş olması mümkündür. Fakat nihai olarak ortaya çıkan kişilik, büyük ölçüde insanın gelişimi sırasında kendisini içinde bulduğu çevre, içinde büyüdüğü toplumun yapısı, o toplumun gelenekleri ve belirli davranış biçimlerinin övülmesi ile oluşur. Soyut “toplum” kavramı birey açısından çağdaşları ile ve önceki nesillerle dolaylı dolaysız ilişkisinin toplamı anlamına gelir. Birey düşünebilir, hissedebilir, mücadele edebilir ve kendi başına çalışabilir fakat -fiziksel, entelektüel ve duygusal varlığı ile- topluma öylesine bağımlıdır ki- onu toplum çerçevesinin dışında düşünmek ve anlamak imkansızdır. Ona gıda, giyecek, ev, iş araçları, dil, düşünce biçimleri ve büyük ölçüde düşüncenin içeriğini sağlayan bu “toplum”dur. Bu küçücük “toplum” kelimesinin ardında saklı, geçmişte yaşamış ve bugün yaşamakta olan milyonlarca insanın emeği ve becerisidir ona hayat veren.

Dolayısıyla, bireyin topluma bağımlılığının doğanın ortadan kaldırılamayan bir gerçeği olduğu kanıtlanmıştır. Aynen karıncalar ve arılar gibi. Fakat karıncaların ve arıların tüm yaşam süreci en ince ayrıntısına kadar katı, kalıtımsal içgüdüler ile belirlenmişken, insanoğlunun sosyal kalıpları ve karşılıklı ilişkileri son derece değişkendir ve değişime açıktır. Hafıza, yeni birleşimler oluşturma kapasitesi, sözel iletişim kurabilme üstünlüğü insanoğlunun biyolojik zorunluluklarının buyurmadığı gelişmeler sağlamasını mümkün kılmıştır. Bu gelişmeler kendilerini edebiyatta, bilimsel ve teknik başarılarda, sanat eserlerinde, gelenekler, kurumlar, örgütler olarak gösterir. Bu bir anlamda insanın kendi yaşamını kendinin nasıl yönettiğini ve bu süreçte bilinçli düşünme ve istemenin nasıl bir rol oynadığını açıklar.


Değişkenler-değişmezler...


İnsanoğlu doğuştan, kalıtımsal olarak, insan türünün karakteristiği olan doğal istekleri de içeren, sabit ve değişmez olarak nitelediğimiz biyolojik bir bünyeye sahiptir. Buna ek olarak, yaşam süresi içinde, iletişim ve başka etkiler aracılığıyla yaşadığı toplumdan kültürel bir bünye edinir. Zaman içinde değişime açık olan ve bireyle toplum arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde belirleyen işte bu kültürel bünyedir. Modern antropoloji bize ilkel denilen kültürlerin karşılaştırmalı olarak incelenmesi yoluyla, insanoğlunun sosyal davranışlarının geçerli kültürel kalıplara ve topluma egemen olan örgüt tiplerine bağlı olarak çok büyük değişiklikler gösterdiğini öğretmiştir. İşte insan türünü iyileştirme mücadelesi verenlerin umutlarının dayanağı şudur: İnsanların birbirlerini mahvetmek istemelerinin ya da zalim, kendi kendine kasteden kaderin ocağına düşmüş olmalarının nedeni biyolojik bünyeleri değildir.

Yaşamı olabildiğince doyurucu kılabilmek için toplum yapısının ve insanın kültürel yaklaşımının nasıl değiştirilmesi gerektiğini kendimize sorarsak, değiştiremeyeceğimiz bazı koşulların varlığı gerçeğinin sürekli bilincinde olmamız gerekir. Daha önce de belirtildiği gibi insanın biyolojik yapısı, nereden bakılırsa bakılsın değişmez. Üstelik son birkaç yüzyılda yaşanan teknolojik ve demografik gelişmeler kalıcı durumlar yaratmıştır. Varlıklarının devamı için vazgeçilmez sayılan ürünlerle, nüfusun görece yoğun olduğu yerlerde, aşırı ayrıntılı bir işbölümü ve son derece merkezi bir üretim aygıtı mutlak zorunluluk haline gelmiştir. Bireylerin ve nispeten küçük toplulukların tamamen kendine yeterli oldukları, geri dönüp baktığımızda son derece huzurlu görünen zaman sonsuza dek yitip gitmiştir. İnsanoğlunun artık bir üretim ve tüketim gezegeni oluşturduğunu söylersek fazla abartmış olmayız.


Çağın özü


Çağımızın özünü bana göre neyin oluşturduğunu kısaca belirtebileceğim bir noktaya şimdi varmış bulunuyorum. Bu toplumla bireyin ilişkisi ile ilgilidir. Birey topluma olan bağımlılığının geçmişte olmadığı kadar bilincindedir. Ama bu bağımlılığı organik bir bağ, koruyucu bir güç, olumlu bir varlık olarak görmek yerine, daha çok doğal haklarına hatta iktisadi varlığına karşı bir tehdit olarak algılamaktadır. Dahası toplumdaki konumu öyle biçimlenmiştir ki, yapısının egoistçe sürüklenişi sürekli vurgulanmakta, doğal olarak daha zayıf olan sosyal yapısı gittikçe bozulmaktadır. Toplumdaki konumları ne olursa olsun tüm insanlar bu bozulma sürecinde rahatsız olmaktadırlar. Kendi egolarının mahkumu olduklarını bilmeksizin, kendilerini güvensiz ve yalnız, yaşamın basit, sade, doğal tadından yoksun kalmış hissederler. İnsan kısa ve çetin de olsa yaşamın tadına varabilir, yeter ki kendini topluma adasın.

Bugünkü haliyle kapitalist toplumun iktisadi anarşisi bence belanın asıl kaynağıdır. Önümüzde bireylerinin, birbirlerini kolektif emeklerinin meyvelerinden yoksun bırakmak için yılmadan -zor kullanarak değil fakat yasalarla belirlenmiş kuralların tümüne gönülden uyarak- uğraştığı dev bir üreticiler topluluğu görmekteyiz. Bu bağlamda üretim araçlarının -yani tüketim mallarını ve buna ek olarak yatırım mallarını üretmek için gereken tüm üretim kapasitesinin- yasal olarak ve çoğu kez bireylerin özel mülkiyetlerinde olduğunun önemini kavramamız gerekir.

Konuyu basitleştirmek için, aşağıdaki anlatımda üretim araçlarının mülkiyetini paylaşmayan herkesi “işçi” olarak adlandıracağım, bu terimin yaygın kullanımına tam olarak denk düşmese de. Üretim araçlarının sahibi, işçinin işgücünü satın alabilecek durumdadır. İşçi üretim araçlarını kullanarak kapitalistin malı haline gelecek yeni mallar üretmektedir. Her ikisi de gerçek değer üzerinden ölçülmek üzere, işçinin ürettiği ile ona ödenen arasındaki ilişki bu sürecin esas noktasıdır. İş sözleşmesi “serbestçe” belirlendiği sürece, işçiye yapılan ödemeyi belirleyen ürettiği malın gerçek değeri değil, işçinin asgari gereksinimleri ve iş için rekabet eden işçi sayısına ilişkin olarak kapitalistlerin işgücüne ihtiyaçlarıdır. Teoride bile işçiye yapılan ödemenin ürünün değeri tarafından belirlenmediğinin anlaşılması önemlidir.


Kapitalizmin yasası


Kısmen kapitalistler arasındaki rekabet ve kısmen teknolojik gelişmelerin ve artan işbölümünün daha büyük üretim birimlerinin küçüklerin yerini almasını sağlaması sonucunda, özel sermaye az sayıda elde yoğunlaşmaktadır. Bu gelişmelerin sonucunda, demokratik olarak örgütlenmiş bir siyasi toplumda bile etkin olarak denetlenemeyecek devasa bir güce sahip özel sermaye oligarşisi oluşur. Bu böyledir çünkü yasama organlarının üyeleri, nereden bakılırsa bakılsın seçmenle yasama organının birbirinden ayıran özel sermaye tarafından büyük ölçüde finanse edilen ya da başka şekillerde etki altına alınan siyasi partiler tarafından seçilir. Bunun sonucunda halkın temsilcileri gerçekte nüfusun temel haklardan yoksun kesimlerinin çıkarlarını yeterince koruyamazlar. Üstelik, mevcut koşullar altında, özel kapitalistler kaçınılmaz olarak temel bilgi edinme kaynaklarını (basın, radyo, eğitim) doğrudan ya da dolaylı olarak denetlerler. Dolayısıyla, bir vatandaşın bireysel olarak nesnel yargılara varması ve siyasi haklarını akıllıca kullanması hayli zor hatta çoğu zaman imkansızdır.

Sermayenin özel mülkiyetine dayalı ekonomilerde egemen olan durum iki ana ilke ile nitelendirilir: Birincisi, üretim (sermaye) araçlarının özel mülkiyetidir ve mülk sahipleri bunu diledikleri gibi kullanırlar; ikincisi serbest iş sözleşmesidir. Bu anlamda tabii ki saf kapitalist toplum diye bir şey yoktur. İşçilerin uzun ve acı siyasi mücadeleler sonucu, bazı kategorilerde “serbest iş sözleşmesi”nin iyileştirilmiş bir biçimini sağlamayı başardıklarını özellikle belirtmek gerekir. Ama bütün olarak ele alındığında bugünkü ekonomi “saf” kapitalizmden fazla farklı değildir.

Üretime kâr için devam edilir, kullanım için değil. Çalışabilecek durumda olan ve çalışmak isteyen herkesin iş bulacağının bir garantisi yoktur. Hemen hemen herdaim bir “işsiz ordusu” vardır. İşçi her zaman işini kaybetme endişesi taşır. İşsiz ve çok düşük ücret ödenen işçiler kârlı bir pazar oluşturmadıkları için tüketim mallarının üretimi sınırlıdır ve sonuç meşakkatlidir. Teknolojik ilerleme çoğu zaman işin zorluğunu hafifletmek yerine daha fazla işsizliğe neden olur. Kâr güdüsü, kapitalistler arasındaki rekabetin durumuna göre gittikçe daha fazla derinleşen bunalıma yol açan sermaye birikiminin ve kullanımının istikrarsızlığından sorumludur. Sınırsız rekabet, emeğin çok büyük ölçüde heba olmasına ve daha önce de sözünü ettiğim gibi bireylerin sosyal bilinçlerinin sakatlanmasına yol açar. 

Bana kalırsa kapitalizmin en büyük kötülüğü bireylerin sakatlanmasıdır. Tüm eğitim sistemimiz bu beladan muzdariptir. Gelecekteki kariyerine hazırlanmak için açgözlü bir biçimde başarıya tapmak üzere eğitilmiş öğrenciye  abartılı bir rekabetçi yaklaşım aşılanır.


Beladan kurtulmanın tek yolu: Sosyalizm


Ben bu korkunç beladan kurtulmanın tek yolu olduğuna eminim. Bu yol, toplumsal hedefler doğrultusunda yönlendirilmiş bir eğitim sisteminin eşlik ettiği sosyalist ekonominin inşasıdır. Böyle bir ekonomide toplumun kendisi üretim araçlarının sahibidir ve üretim araçları planlı bir tarzda kullanılır. Üretimi toplumun gereksinimlerine uyduran planlı bir ekonomi işi çalışabilir durumda olanlara dağıtır ve erkek, kadın, çocuk herkesin geçimini garanti eder. Bireyin eğitimi, doğuştan sahip olduğu yeteneklerin geliştirilmesinin yanında, günümüz toplumundaki güç ve başarının yüceltilmesi yerine, bireyin içinde çevresindekilere karşı sorumluluk hissi geliştirmeyi hedefler.

Yine de planlı ekonominin henüz sosyalizm olmadığını unutmamak gerekir. Böylesi bir planlı ekonomiye bireyin tamamen köleleşmesi eşlik edebilir. Sosyalizmin başarısı son derece zor bazı sosyo-politik sorunların çözülmesini gerektirir. Siyasi ve ekonomik gücün merkezileşmesinin yarattığı etki alanının genişliği gözönüne alındığında bürokrasinin mutlak gücünü ve kendini beğenmişliğini engellemek nasıl mümkün olacaktır? Bireyin hakları nasıl korunacak ve bürokrasinin gücünü dengeleyecek demokratik bir karşı-güç nasıl sağlanacaktır?

Yaşadığımız bu geçiş sürecinde sosyalizmin hedef ve sorunlarının netliği çok önemlidir. Mevcut koşullarda, bu sorunların özgürce ve engelsiz tartışılması güçlü bir tabu haline geldiği için, bu derginin çıkarılmasının önemli bir kamu hizmeti olduğunu düşünüyorum.


*Bu makale ilk kez Monthly Review Dergisi'nin ilk sayısında yayınlanmış (Mayıs 1949). Alınteri.net çeviri grubu tarafından çevrilmiştir.