11 Şubat 2015 Çarşamba

KIZIL BAYRAKLARI GERİ GETİRMEK GEREKİYOR (Alain Badiou)

(Filozof, dramaturg ve yazar)

"İster İslam dininin sekter oluşumlarından, isterse Fransız ulusal kimliğinin ve Batı’nın üstünlüğüne inananlardan oluşsun kimlikçi ve katil faşist gruplara karşı mücadeleye diğer bayrakları tekrar geri getirmek gerekiyor: Kızıl bayrakları."
 1.    Arka plan: Dünya Durumu
Dünya bugün bütünüyle küresel kapitalizmin suretince kuşatılmış – ona keyfince hükmeden uluslararası oligarşiye tâbi ve tüm dünyada tanınan yegâne evrensellik olan parasal soyutlamaya kul köle olmuş vaziyette. Bizler hayli zahmetli bir zaman aralığında yaşıyoruz: Öyle ki, Komünizm Fikri’nin ikinci tarihsel aşamasının (savunulamaz, terörist « devlet komünizmi» inşası) sonu ile üçüncü aşamasını (gerçeğe uygun bir şekilde, «tüm bir insanlığın kurtuluşu»  politikasını uygulayan Komünizm) birbirinden ayıran bir zaman aralığı bu. Bu bağlamda, vasat bir entelektüel konformizm, mevcut olanın tekrarından gayrı bir geleceğin olmayışı fikrine eşlik eden, aynı anda hem derdine yanan hem derdinden memnun bir tevekkül hâli oluşmakta.
“Kimliklerin çeşitliliği” kisvesindeki kimlikçiliğin öteki yüzü olarak bazen mantıklı, bazen akıl almaz derecede ürkütücü; umutsuz ve ölümcül bir kimliğin; yoz kapitalizmin ve katil çeteciliğin karışımı bir muadilin ortaya çıkışına ve ölüm içgüdüsüne teslim bir çeşit tepkisel öznelliğin “çeşitçi” kimliğe karşı verdiği manyakça yanıta şahit olmaktayız. Bu yanıt, yeri geldiğinde kendini beğenmiş sözüm ona kimlik karşıtı kimlikçileri de uykudan uyandırıyor. Hâkim ve uygar kapitalizmin vatanı « Batı’daki » komplo senaryosu, kan döken terörizm imasıyla « İslamcılığın » karşısında. Bir tarafta belli belirsiz tanrılarını cesetlerle kutsamak için isyan bayrağı açmış silahlı katil çeteler ve aşırı silahlanmış bireyler; diğer tarafta da insan hakları ve demokrasi adına diğer tüm devletleri (Yugoslavya, Irak, Libya, Afganistan, Sudan, Kongo, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti…) yerle bir eden vahşet dolu uluslararası askeri müdahaleler. Öyle ki, bu askeri müdahaleler hâlihazırda büyük şirketlerin üzerinde semirdiği petrol arazilerini, madenleri, gıda kaynaklarını ve kuşatılmış bölgeleri güvence altına almak adına belirsiz, kırılgan olan bir barış ihtimalini de en azılı haydutlarla pazarlık konusu etmekten öteye geçemiyor.
Bütün bunlar, gerçek evrenselcilik vuku buluncaya, insanlığın kaderi yine insanlığın kendisi tarafından tayin edilinceye ve dolayısıyla Komünizm fikrinin yeni ve kararlı bir politik-tarihsel cisimleşmesi, iktidarını dünya ölçeğinde konuşlandırıncaya kadar sürecek. Böylece mülk sahipleri ve uşaklarının oligarşisi için devletlerin kulluğu, köleliği; parasal soyutlama ve nihayetinde zihinleri tahrip edip ölüme çağıran kimlikler de, karşı-kimlikler de yok edilmiş olacak. Dünya durumunun vadesi geç de olsa dolmakta – her türünden, tüm insanlığın kaderinde bütün kimlikler eşitlik ve barış içinde bütünleştiği zaman (ki kimlikler her daim olacaktır, şeklen tezat oluşturacaklardır) gecikmiş bu vade dolmuş olacak.

2. Fransa Özelinde: Charlie-Hebdo ve « Cumhuriyet »
Yetmişli yılların başkaldıran radikal solundan doğan Charlie-Hebdo bir sürü entelektüel, politikacı, « yeni filozof », iktidarsız iktisatçı ve muhtelif soytarı gibi demokrasinin, cumhuriyetin, laikliğin, kanaat özgürlüğünün, serbest teşebbüsün, cinsel özgürlüğün, bağımsız devletin – kısaca yerleşik siyasi ve ahlaki düzenin aynı anda hem alaycı, hem de hararetli bir savunucusuna dönüşmüştü. Süregelen şartlarda zihinlerin köhnemesi misali, böylesi bir dönüş hali bolca mevcuttur ve kendi başına, pek bir fayda sağlamaz. Çok yeni gibi görünen aslında Fransa’da son yüzyılın seksenli yıllarından itibaren başlanmış olan, yeni türden bir iç düşmanın sabırla inşasıydı: Müslümanlar. « İfade özgürlüğünü » tarumar eden sayısız ceza kanunundan, kılı kırk yaran kılık kıyafet denetimlerine; tarihsel anlatıya değin yeni yasakların ve yeni polisiye dizilerin izinde bir gayretle sürdü bu inşa. Cezayir Savaşı’ndan beri « Sol » ve Ulusal Cephe’nin karşı konulmaz yükselişi arasındaki bir tür rekabet, açık ve samimi sömürgeci ırkçılığın icrasıyla da köpürdü bu durum. Sebeplerinin çeşitliliği nasıl olursa olsun, hakikat, Muhammed’den günümüze Müslüman’ın, Charlie-Hebdo’nun kötü arzu nesnesi haline dönüşmüş olmasıydı. Müslümanları acı alaylarla ezmek ve adetleriyle dalga geçmek bu satışları düşmüş « mizah » dergisinin satışının temeli haline gelmişti, biraz benzerlikle – bir zaman önce  « Bécassine » adıyla, Bretonya’dan Parisli burjuva çocuklarının kıçını silmek için gelen fakir köylülerle (devrin Hristiyanlarıyla…) alay edildiği gibi.
Bütün bunlar özünde pek de yeni şeyler değil. Kurulu Fransız parlamenter düzeni - en azından kurucu sözleşmesinden; Thiers, Jules Ferry, Jules Favre ve « cumhuriyetçi » solun diğer başka önde gelen isimleri tarafından, 1871’de Paris sokaklarında yirmi bin işçinin katliamındaki becerisine – bu « cumhuriyetçi pakt » etrafında toparlanan pek çok eski solcu dahi, bir takım huzursuz kaynamaların kaynağı olarak hep kent dışındaki varoşlardan, çeperdeki fabrikalardan, ve varoşların karanlık birahanelerinden şüphe etmişlerdi. Kötü eğitimli karanlık genç adamların yaşadığı bu bölgelere her zaman kuvvetli polis ekipleri gönderilmiş, hapishaneler sayısız bahaneyle dolup taşmıştı. Muhbirler « gençlik çetelerinin » içine adice sızdırılmışlardı. Cumhuriyet de, sömürgeci imparatorluktan kalma isyan bastırma yöntemleri sayesinde katliamlarını ve ihtiyaç duyduğu yeni köleleştirme biçimlerini çoğaltmıştı. En küçük Afrikalı ve Asyalı küçük kasaba karakollarında dahi « şüphelilere » kesintisiz olarak işkence edildiği bu kan dökücü imparatorluğa, Jules Ferry gibi cumhuriyetçi paktın gerçek bir militanının Fransa’nın « uygarlaştırıcı görevini » yücelttiği beyannamelerinde imtiyaz sunulmuştur.
Eğitimsiz ve işe yaramaz takımından olmalarının ötesinde, (öyle gözüküyor ki şanlı Cumhuriyet okulu bu durumdan kendisine hiç bir pay çıkarmıyor ve hatanın öğrencilerde değil de kendisinde olduğuna bir türlü ikna olmuyor)  kenar mahallelerde azımsanamayacak sayıda gencin tümünün Afrika kökenli proleter ailelerden olduklarını yahut, hayatta kalmak için bizzat Afrika’dan geldiklerini ve bu yüzden de çoğunlukla İslam dinine mensup olduklarını fark edebiliyor musunuz?  Nihayetinde hem proleter, hem sömürgeleştirilmiş olmak: İtibar edilmemek ve ciddi ölçüde baskıcı tedbirlere maruz kalmak için iki sebeptir. Ne mutlu ki polis, aşırı sağdan olduğu kadar, azimli soldan da olabilen hükümetlerimizin aydınlık politikaları doğrultusunda işine ne gelirse onu yapmakta. Var sayalım ki siyah bir genç yahut Arap kılıklısınız – yahut yasak olduğu için kendi özgür isyan hissiyle saçlarını örtmeye karar vermiş genç bir kadınsınız. İşte o zaman demokrat polisimiz tarafından sokakta önünüzün kesilmesi ve çoğunlukla bir karakola götürülüp alıkonma ihtimaliniz, « Fransız » cevherine sahip birininkine karşılık dokuz, on kat daha fazladır. Zira gayet basittir: Fransız demek kuvvetle muhtemel ne proleter, ne de eski-sömürge olan birinin görünüşünde olmak demektir. Ne de Müslüman…  Charlie Hebdo, bir anlamda, bu polisiye adetleri çığıra çığıra taklit etmekteydi.
Charlie Hebdo'nun karikatürlerinin odağında kendi başına bir olumsuzluk gibiymişçesine Müslüman’dan ziyade, köktencilerin terörist faaliyetlerinin olduğu söyleniyor. Bu çok açık bir şekilde, nesnel olarak yanlış. Sıradan bir karikatürlerini ele alalım: Çıplak bir çift kıç - bu kadar – yazansa şu: «Peki Muhammed'in kıçı, işimize yarar mı? ». Müminlerin Peygamber'i, bu kepazeliğin sürekli hedefi, günümüz teröristi olabilir mi?  Bunun hiç bir politika ile ilgisi olamaz. «İfade özgürlüğünün» görkemli bayrağıyla da bir ilgisi yok. Bu İslam'ı hedef alan gülünç ve kışkırtıcı bir müstehcenlik, o kadar. Ve düşük düzeyden kültürel ırkçılıktan da daha fazlası değil, mahallenin taşkın Lepen'cilerini gülmekten kırmak için yapılmış bir «şaka». Karnı tok, sırtı pek olanları memnun edecek bu hoş « Batılı » şaka, aslında bir tahriktir; yalnız içler acısı koşullarda yaşamaya devam eden Afrikalı, Ortadoğulu ya da Asyalı geniş halk kitlelerine karşı değil; aynı zamanda çöp kutularımızı boşaltan, bulaşıklarımızı yıkayan, tadilatımızı yapan, telaş içinde lüks otel odalarımızı temizleyen ya da sabahın saat dördünde büyük bankaların camlarını temizleyen işçi kitlelerine karşı da yapılan bir şakadır bu. Kısacası, işleri ve aynı zamanda karmakarışık yaşamları, tehlike altındaki seyahatleri, birden fazla dil bilmeleri-konuşmaları, varoluşa dair bilgelikleri ve bir kurtuluş politikasının neye tekabül edeceğine dair yetenekleriyle bu halk, tüm dinlere dair meseleler bir yana, en azından ciddiye alınmayı - ve evet hatta hayranlık duyulmayı da hak etmektedir.
Zamanında, on sekizinci yüzyılda, görünüşte din karşıtı olan, oysa aslında insanları alaya alan cinsel içerikli şakalar bir çeşit kışla «mizahı» ortaya çıkarmıştı. Voltaire’in Jeanne d’Arc hakkındaki müstehcen yorumlarına bakın: Orleanslı Bakire, tam da Charlie Hebdo’ya yaraşır türdendi. Sırf yüce gönüllü Hıristiyan bir kadın kahramana yöneltilmiş bu arsız şiire bakarak bile alt sınıftan Voltaire’imizin eleştirel düşüncenin hakiki ve güçlü ışığını kesinlikle yansıtmadığını dile getirebiliriz. Bu aynı zamanda Robespierre’in, Devrim’in kalbini oluşturan din karşıtı şiddeti mahkûm ederek nasıl da bilgece davrandığını, ve neticesinde eline toplumsal muhalefet ve iç savaştan başka hiç bir şey geçmediğini de gösteriyor. Bu aynı zamanda bizi şunu düşünmeye de itiyor: İnsanlar –kasten ya da değil - Fransız demokratik düşüncesini bölen Rousseau’nun gerçek anlamda demokratik ve ilerlemeci yaklaşımından yana mı olmalılar, yoksa birer hedonist ve şüpheci de olan şehvet düşkünü iş bitiricilerden ve varlıklı spekülatörlerden yana mı olmalılar? Nitekim Voltaire’i hakiki kavgalarda galip kılan da işte omzundaki bu şeytanlardı. Fakat günümüzde bütün bunlar leş gibi sömürgeci zihniyet kokmakta – tıpkı başörtüsü karşıtı yasanın Breton başlığıyla dalga geçilen Bécassine tiplemesini yeniden hatırlatması gibi - Ve bütün bunlar aynı zamanda, kültürel faşizmin gözü kör bir düşmanlık ve köhnemiş bir cehaletle birleşip kendi hallerinden pek memnun küçük burjuvalarımızın kalplerine, kenar mahallelerden yahut da Afrika’dan kitlelerin  – yeryüzünün lanetlilerinin – saldıkları korkuyla birleştiği noktalardır.

3. Olan şey
1.Faşist Cürüm
Peki, polisin vakit kaybetmeden öldürdüğü üç Fransız genç? Öncelikle şunu belirtelim, öldürülmeleri sayesinde yaşananların ve suçun gerçek kaynağının tartışılması anlamına gelecek bir davadan yakayı sıyırmış olduk ki, bu duruma sevinen epeyce bir insan vardır. Bu aynı zamanda ölüm cezasının kaldırıldığının unutulmuş olduğu anlamına da geldi: Tıpkı Western filmlerindeki gibi, iş toplumsal intikama dönüştü. Olan bitene dair bir nitelendirmede bulunmak gerekirse, bu üç gencin faşist cürüm olarak tabir edilebilecek bir suç işlediklerini söyleyelim.
Ben şu üç özelliği sergileyen suç biçimini faşist cürüm olarak adlandırıyorum. Öncelikle, eylem körlemesine değil, maksatlı; zira ideolojik saikli, faşizan bir karakterde, bu da kimlikle, yani ulusla, ırkla, cemaatle, töreyle, dinle ilişkili olduğu anlamına gelir. Bu örnekte, klasik faşizmin sık sık hedef aldığı üç kimlik, katillerin de hedef tahtasında açık ve net bir şekilde yer aldı: Karşıt kanatta kabul edilen gazete çalışanları, nefret edilen bir parlamenter düzenin savunucusu polisler ve Yahudiler. Dolayısıyla ilkinde mesele dinle ilişkili, ikincisinde ulusal devletle, üçüncüsünde varsayımsal bir ırkla. Ayrıca burada aşırı bir şiddet söz konusu: Soğuk ve mutlak bir kararlılık hissi uyandırmayı hedeflediğinden küstah ve şatafatlı bir şiddet, aynı zamanda özyıkıma varan bir damara da sahip, öyle ki bizzat katiller de kendi olası ölümlerini kabulleniyorlar. Eylemlerindeki bu nihilist tutum, «Yaşasın ölüm!» hali… Üçüncüsü de büyüklüğü, şaşırtıcılığı ve norm dışılığıyla işlenen cürüm; dehşet uyandırmayı ve tam da bu yolla devlet ve kamuoyu nezdinde ortaya çıkacak kontrolsüz tepkileri beslemeyi, böylelikle cürmü işleyenlerin ve onları idare edenlerin gözünde, kanlı girişimlerinin simetrik biçimde onanmasını hedefliyor.
Bu tip cürümlerde, suçun işlenmesini sağlayan manipülatörler, eylem sonrasında akıbetini düşünmeyecekleri kişileri seçerler. Nitekim bunlar öyle büyük profesyoneller, gizli servis çalışanları, deneyimli suikastçılar falan değiller. Bunlar hayatlarında ne bir anlam ne de bir kaçış imkânı görebilen, salt eylemin büyüsüne kapılmış, hayatlarından çekip koparılmış sıradan insanlar. Bu karışıma bir tutam kimlik bileşeni eklenirse; biraz da sofistike silahlara, seyahatlere, çete hayatına, çeşitli iktidar ve zevk biçimlerine erişebilecekleri düşüncesiyle, biraz da paraya kavuşabilecekleri ihtimali sunulursa… Fransa’da çok başka dönemlerde dahi, faşist gruplara mensup pek çok kimsenin aynı sebeplerle katillere ve işkencecilere dönüşebildiklerine şahit olduk. Fransa’nın Naziler tarafından işgali sırasında, Vichy’nin «Ulusal Devrim» bayrağı altında topladığı milisler tam da bu duruma örnek teşkil eder.
Faşist cürümlerle karşılaşma riskini azaltmak istiyorsak, ders çıkarmamız gereken tablo işte budur. Bu gibi cürümlerin ortaya çıkmasına olanak tanıyan belirleyici etkenler açıktır. Toplum, küresel yoksulluğun içinden çıkan bu genç insanlarla ilgili olumsuz kanılar besliyor; ve onlara yaklaşmaya da olumsuz bakıyor. Tartışmaya kapalı kimlik, teşvik edilen ırkçı ve sömürgeci kategorilerin dolaşımı; ve hatta ayrımcılık ve damgalanmayı dayatan ceza yasaları gibi meseleler bambaşka yollarla da ele alınabilir. Ayrıca hiç şüphesiz, bu genç insanları faal, sağlam ve akılcı bir politik hedef etrafında örgütleyebilecek -mevcut mutabakat dışında- devrimci ve evrensel nitelikteki politik seçenekler uluslararası ölçekte de müthiş derecede zayıf durumda. Hiç yok demiyorum, bizim ülkemizde de çeşitli görüşleri temsil eden ve insanlarla somut ilişkiler kuran politik eylemciler var. Kamuoyu, ancak tüm bu olumsuz etkenleri dönüştürecek sürekli bir faaliyet ve hâkim politik şekli tepeden tırnağa değiştirmeye yönelik bir çağrı söz konusu olduğunda durumun vahametine dair gerçek bir fikir sahibi olacaktır. Bu da, kendi haline bırakıldığında daima tehlikeli sonuçlar doğuran polis faaliyetlerinin, maharetli ve aydınlık bir kamu vicdanına tabi olmasıyla imkân bulur. Hükümet ve medyanın tepkisiyse bunun tam tersi oldu.

4. Olan şey
2. Devlet ve Kamuoyu
En başından beri devlet, bu faşist saldırının ölçüsüz ve aşırı tehlikeli bir biçimde kullanma yolunu benimsedi. Kimlikçi saiklerden kaynaklı bu suçun karşısına, başka bir simetrik kimlikçi saik koydu. « Fanatik Müslümanlara » karşı iyi Fransız demokratı hiç çekinmeden iliştiriverdi. Skandal sayılabilecek «ulusal birlik»,  yani « kutsal ittifak» teması, tozlu raflardan çıkarıldı - ki bugüne kadar bu tema, Fransa’da genç insanların bir hiç uğruna kendilerini cephelerde kurban etmesinden başka bir işe yaramamıştır. Bu temanın kimliğe ve savaşçılığa dayandığını bir de, Hollande’larımız, Valls’lerimiz tüm medya organlarınca izlenirken, Bush tarafından – bugün yıkıcı ve absürd sonuçlarını artık bildiğimiz – uğursuz Irak işgali sırasında icat edilmiş olan « terörizme karşı savaş »  havasını tekrar tutturduklarında hepten görmüş olduk.  Bu faşist tipteki izole suç bahanesiyle, insanların evlerinden çıkmamaya, yahut yedek üniformalarını kuşanıp Suriye’ye savaş borusunun peşinden gitmeye çağrılmamış olunması da ayrıca isabetlidir.
Kafa karışıklığı, devlet insanları tamamıyla otoriter bir biçimde gösteri yapmaya çağırdığında şahikasına ulaştı. Burada, « ifade özgürlüğünün » ülkesinde, devlet emriyle bir gösteri! Valls’in törende hazır bulunmayanları hapsetmeyi düşünüp düşünmediğini kendi kendine sormadan edemezdi insan. Bir dakikalık saygı duruşuna riayet etmeyenler de, şurada ve ya burada cezalandırıldı zaten. Gerçek anlamı ile her şeyi gördük. Yöneticilerimiz halk nezdinde sürünür haldeyken - böyle bir zaferi hayallerinde dahi göremeyecek yolunu şaşırmış üç faşist sayesinde - bir milyondan fazla kişinin önünde boy gösterip «Müslümanlar» tarafından hem terörize edilen, hem de beslenen demokrasiyi, Cumhuriyetçi paktı ve büyük Fransa’nın görkemini kurtarmayı başardılar. Ve hatta fikir özgürlüğünü ve sivil barışı kutlamak üzere geldiği varsayılan sömürgeci savaşın baş suçlusu Netanyahu’nun dahi, göstericilerin önünde ilk sırada yer alması mümkün oldu.
«İfade özgürlüğü», e hadi bunun hakkında konuşalım! Gösteri bunun tam tersini teyit etti: üç-renkli bayrağın büyük desteği arasında Fransız olmak her şeyden önce devlet gözetiminde aynı fikre sahip olmak demektir. Tüm bu süre boyunca, olan biten hakkında özgürlüklerimiz ve Cumhuriyetimiz türküsünü tutturmaktan, genç proleter Müslümanların ve ürkütücü şekilde kapatılmış genç kızların kimliğimizi, birliğimizi bozmasını lanetlemekten ve «terörizme karşı savaşa» yiğitçe hazırlanmaktan başka bir fikir ileri sürmek pratik olarak mümkün değildi. Ve hatta, ifade özgürlüğüne hayran olunası şu çığlığı dahi duymuş olduk: «Hepimiz polisiz».
Bütün bunlar bir yana bugün, çok küçük istisnalar dışında, basın organları ve televizyonlarının tamamının büyük ve özel sanayi ya da finans gruplarının elinde olduğu bir memlekette, «ifade özgürlüğü» hakkında konuşmaya nasıl cesaret edebiliyoruz? Bu büyük grupların, Bouygues’in, Lagardère’in, Niel’in ve diğer tamamının özel çıkarlarını demokrasi ve ifade özgürlüğü mabedine teslim edeceklerini tasavvur etmek için «Cumhuriyetçi paktımızın» esnek ya da uyum sağlamaya elverişli olması gerekir!
Ülkemizde yasaların tekçi düşünceye ait, korku veren itaat yasaları olması aslında çok doğal. Özgürlük - düşünce, ifade, eylem ve hatta yaşam özgürlüğü de dâhil olmak üzere genel olarak bugün, polisin bir düzine faşist haydudun izini sürmesinin, sakallı ya da örtülü şüphelilerin ihbar edilmesinin, bir zamanlar Komüncülerin kesildiği «varoşların» vârisi karanlık «kenar mahallelere» dair süre gelen şüphenin yedeği haline mi gelmiştir sadece? Kurtuluş mücadelesinin, kamusal özgürlük fikrinin başlıca görevi bu kenar mahallelerdeki gençlerle, örtülü ya da değil tüm genç kadınlarla; herhangi bir kimliğe ait olmayan («proleterlerin vatanı yoktur») ve sonunda kendi kaderini kendi tayin eden bir insanlığın eşitliğini hazırlayan yeni bir politika çerçevesinde, mümkün mertebe müşterek hareket etmek değil midir? Bu politika, utanmak bilmez sahici sahiplerimizi, kaderimize hükmeden zenginleri başımızdan savmanın en akılcı yolunu ön görmek değil midir?
Fransa’da uzunca bir süredir iki tip gösteri yapılagelmiştir: Kızıl bayrak altındakiler, ve de üç-renkli bayrak altındaki gösteriler. Bana inanın: Efendilerimiz tarafından yönetilen ve kullanılan üç-renkli bayraklar değil işe yarayacak olanlar. İster İslam dininin sekter oluşumlarından, isterse Fransız ulusal kimliğinin ve Batı’nın üstünlüğüne inananlardan oluşsun kimlikçi ve katil faşist gruplara karşı mücadeleye diğer bayrakları tekrar geri getirmek gerekiyor: Kızıl bayrakları.

Alain Badiou
Fransızca’dan Çevirenler: İlksen Mavituna, M. Efe Fırat, Nıvart Taşçı

9 Şubat 2015 Pazartesi

ALBERT EİNSTEİN - Neden Sosyalizm?



Ekonomik ve sosyal konularda uzman olmayan bir kişinin görüşlerini sosyalizmi baz alarak açıklaması doğru mudur? Birkaç nedenle doğru olacağına inanıyorum.

Soruyu önce bilimsel bilgi açısından ele alalım. Astronomi ile ekonomi arasında çok temel yöntemsel farklılıklar yok gibi görünebilir: Her iki alanda da bilim insanları, tanımlanmış (sınırları belirlenmiş) bir grup olgunun genel kabul gören yasalarını keşfetmeye çalışırlar. Genel yasaları bulmaya çalışmalarının nedeni olguların kendi aralarındaki ilişkileri (bağımlılıkları) en anlaşılabilir biçimde ortaya koymaktır. Ancak gerçekte iki dal arasında yöntemsel farklılıklar vardır. Ekonomi alanında genel yasaları keşfetmek zordur, çünkü gözlemlenen ekonomik olgular çoğu kez kendi başlarına değerlendirilemez nitelikte olan birçok faktör tarafından etkilenirler. Buna ek olarak, çok iyi bilindiği gibi, insanlık tarihinde uygarlığın ortaya çıkışından başlayarak üst üste eklenen deneyimler, doğası ekonomik olmayan nedenler tarafından büyük ölçüde etkilenmiş ve sınırlanmıştır. Örneğin tarihin önemli devletleri varlıklarını fetihlere borçlu olmuşlardır. Fatihler, fethettikleri yerlerde kendilerini yasal ve ekonomik olarak imtiyazlı sınıf haline getirmişlerdir. Toprak mülkiyeti tekeli kurmuşlar, değişik rütbeleri içeren bir ruhban sınıfı atamışlardır. Eğitimi kontrol eden rahipler toplumdaki sınıfsal bölünmeyi kurumsallaştırıp, kalıcı hale getirmiş, o zamandan bu yana insanların, şuursuzca, kendilerini toplumsal davranış içine sokan ve güden bir değerler sistemi yaratmışlardır.


Sosyalizmin gerçek hedefi


Ancak tarihsel gelenek, insanlığın gelişmesinin düne kadar Thorstein Veblen’in "yağmacı dönem" adını verdiği aşamanın ötesine hiçbir yerde geçemediğini göstermektedir. Gözlemlenen ekonomik gerçekler o döneme aittir ve onlardan türetilecek yasalar insanlığın diğer dönemlerine uygulanamaz. Sosyalizmin gerçek hedefi bu dönemin ötesine geçerek, insanlığın gelişimini yağmacı dönemden daha ileri bir döneme taşımak olduğuna göre, ekonomi bilimi, mevcut haliyle, geleceğin sosyalist toplumuna çok az ışık tutabilmektedir.

İkinci olarak sosyalizm, amacı toplumsal-ahlak olan yöne yönelmiştir. Ancak bilim amaç yaratmadığı gibi, bunları insanlara da aşılayamaz; bilim, en fazla, amaçlara ulaşılmasını sağlayan araçlar yaratabilir. Ancak amaçlar yüce ahlaki ideallere sahip kişiliklerce kavranılırsa ve bu amaçlar ölü doğmamışsa, yaşamsal ve güçlülerse bir çok insan tarafından ileri taşınarak, toplumun yavaş/ağır evrimine yön verir.

Bu nedenlerden ötürü insana ilişkin sorunlarda bilimi ve bilimsel yöntemleri fazla abartmamaya dikkat etmek ve toplumun örgütlenmesini etkileyen sorunlarda sadece uzmanların söz hakkı olduğunu da varsaymamak gerekir.


Bir çıkış var mı?


Bir süredir çok sayıda kişi toplumun bir krizden geçtiğini öne sürerek, toplumun dengesinin ciddi olarak bozulduğunu ifade etmektedir. Böyle durumlarda kişilerin farklı düşünmeleri, hatta ait oldukları gruba karşı düşmanca hisler beslemeleri tipik bir davranıştır. Ne dediğimi anlatmak için başımdan geçen bir deneyimimi aktarayım. Geçenlerde zeki ve iyi yetişmiş bir kişi ile yeni bir savaş tehdidini tartışırken, böyle bir savaşın insanlığın varlığını ciddi biçimde tehlikeye sokacağını ve bu tehlikeyi ancak uluslarüstü bir organizasyonun önleyebileceğini söyledim. Bunun üzerine muhatabım bana gayet sakin bir biçimde, "İnsan ırkının yok olmasına niye bu kadar karşısın?" dedi.

Eminim ki daha bir asır önceye kadar hiç kimse böyle gayr-ı ciddi bir söylemde bulunamazdı. Bu söylem kendi içinde bir denge sağlamak için boşuna uğraşmış ve bunu başarma umudunu az-çok kaybetmiş bir adamın söylemi idi. Bu söylem acı veren bir yalnızlığın ve tecrit olmanın ifadesidir ve bu günlerde çok kişi aynı acıyı çekmektedir. Sebebi nedir? Bir çıkış var mı?

Böyle bir soruyu sormak kolay, ancak belli derecede ikna edici bir yanıt vermek zordur. Ancak duygularımızın ve uğraşlarımızın çelişkili, belirsiz olduklarının bilincinde olarak ve onların kolay ve basit formüllerle ifade edilemeyeceğini bilerek yine de elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıp, yanıtlamayı deneyeyim.


Bireysel ve sosyal varlık


İnsan hem tek başına yaşayan hem de sosyal bir varlıktır. Tek başına yaşayan bir varlık olarak kişisel isteklerini tatmin etmek ve doğuştan edindiği yeteneklerini geliştirmek için kendisinin ve yakınlarının varlığını koruma çabası içindedir. Sosyal bir varlık olarak ise, çevresindeki dostlarının sevgisini ve takdirini kazanmaya, mutluluklarını paylaşmaya, acılarını dindirmeye ve yaşam koşullarını iyileştirmeye çalışır. İşte sadece bu çeşitli, zaman zaman çelişkili çabaların varlığı, insanın özel karakterini açıklar; bunların özgün bileşimi bireyin içsel bir dengeye erişme derecesini belirler ve toplumun esenliğine katkıda bulunur. Genel olarak bu iki dürtünün görece dirençlerinin kalıtımla düzenlenmiş olması mümkündür. Fakat nihai olarak ortaya çıkan kişilik, büyük ölçüde insanın gelişimi sırasında kendisini içinde bulduğu çevre, içinde büyüdüğü toplumun yapısı, o toplumun gelenekleri ve belirli davranış biçimlerinin övülmesi ile oluşur. Soyut “toplum” kavramı birey açısından çağdaşları ile ve önceki nesillerle dolaylı dolaysız ilişkisinin toplamı anlamına gelir. Birey düşünebilir, hissedebilir, mücadele edebilir ve kendi başına çalışabilir fakat -fiziksel, entelektüel ve duygusal varlığı ile- topluma öylesine bağımlıdır ki- onu toplum çerçevesinin dışında düşünmek ve anlamak imkansızdır. Ona gıda, giyecek, ev, iş araçları, dil, düşünce biçimleri ve büyük ölçüde düşüncenin içeriğini sağlayan bu “toplum”dur. Bu küçücük “toplum” kelimesinin ardında saklı, geçmişte yaşamış ve bugün yaşamakta olan milyonlarca insanın emeği ve becerisidir ona hayat veren.

Dolayısıyla, bireyin topluma bağımlılığının doğanın ortadan kaldırılamayan bir gerçeği olduğu kanıtlanmıştır. Aynen karıncalar ve arılar gibi. Fakat karıncaların ve arıların tüm yaşam süreci en ince ayrıntısına kadar katı, kalıtımsal içgüdüler ile belirlenmişken, insanoğlunun sosyal kalıpları ve karşılıklı ilişkileri son derece değişkendir ve değişime açıktır. Hafıza, yeni birleşimler oluşturma kapasitesi, sözel iletişim kurabilme üstünlüğü insanoğlunun biyolojik zorunluluklarının buyurmadığı gelişmeler sağlamasını mümkün kılmıştır. Bu gelişmeler kendilerini edebiyatta, bilimsel ve teknik başarılarda, sanat eserlerinde, gelenekler, kurumlar, örgütler olarak gösterir. Bu bir anlamda insanın kendi yaşamını kendinin nasıl yönettiğini ve bu süreçte bilinçli düşünme ve istemenin nasıl bir rol oynadığını açıklar.


Değişkenler-değişmezler...


İnsanoğlu doğuştan, kalıtımsal olarak, insan türünün karakteristiği olan doğal istekleri de içeren, sabit ve değişmez olarak nitelediğimiz biyolojik bir bünyeye sahiptir. Buna ek olarak, yaşam süresi içinde, iletişim ve başka etkiler aracılığıyla yaşadığı toplumdan kültürel bir bünye edinir. Zaman içinde değişime açık olan ve bireyle toplum arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde belirleyen işte bu kültürel bünyedir. Modern antropoloji bize ilkel denilen kültürlerin karşılaştırmalı olarak incelenmesi yoluyla, insanoğlunun sosyal davranışlarının geçerli kültürel kalıplara ve topluma egemen olan örgüt tiplerine bağlı olarak çok büyük değişiklikler gösterdiğini öğretmiştir. İşte insan türünü iyileştirme mücadelesi verenlerin umutlarının dayanağı şudur: İnsanların birbirlerini mahvetmek istemelerinin ya da zalim, kendi kendine kasteden kaderin ocağına düşmüş olmalarının nedeni biyolojik bünyeleri değildir.

Yaşamı olabildiğince doyurucu kılabilmek için toplum yapısının ve insanın kültürel yaklaşımının nasıl değiştirilmesi gerektiğini kendimize sorarsak, değiştiremeyeceğimiz bazı koşulların varlığı gerçeğinin sürekli bilincinde olmamız gerekir. Daha önce de belirtildiği gibi insanın biyolojik yapısı, nereden bakılırsa bakılsın değişmez. Üstelik son birkaç yüzyılda yaşanan teknolojik ve demografik gelişmeler kalıcı durumlar yaratmıştır. Varlıklarının devamı için vazgeçilmez sayılan ürünlerle, nüfusun görece yoğun olduğu yerlerde, aşırı ayrıntılı bir işbölümü ve son derece merkezi bir üretim aygıtı mutlak zorunluluk haline gelmiştir. Bireylerin ve nispeten küçük toplulukların tamamen kendine yeterli oldukları, geri dönüp baktığımızda son derece huzurlu görünen zaman sonsuza dek yitip gitmiştir. İnsanoğlunun artık bir üretim ve tüketim gezegeni oluşturduğunu söylersek fazla abartmış olmayız.


Çağın özü


Çağımızın özünü bana göre neyin oluşturduğunu kısaca belirtebileceğim bir noktaya şimdi varmış bulunuyorum. Bu toplumla bireyin ilişkisi ile ilgilidir. Birey topluma olan bağımlılığının geçmişte olmadığı kadar bilincindedir. Ama bu bağımlılığı organik bir bağ, koruyucu bir güç, olumlu bir varlık olarak görmek yerine, daha çok doğal haklarına hatta iktisadi varlığına karşı bir tehdit olarak algılamaktadır. Dahası toplumdaki konumu öyle biçimlenmiştir ki, yapısının egoistçe sürüklenişi sürekli vurgulanmakta, doğal olarak daha zayıf olan sosyal yapısı gittikçe bozulmaktadır. Toplumdaki konumları ne olursa olsun tüm insanlar bu bozulma sürecinde rahatsız olmaktadırlar. Kendi egolarının mahkumu olduklarını bilmeksizin, kendilerini güvensiz ve yalnız, yaşamın basit, sade, doğal tadından yoksun kalmış hissederler. İnsan kısa ve çetin de olsa yaşamın tadına varabilir, yeter ki kendini topluma adasın.

Bugünkü haliyle kapitalist toplumun iktisadi anarşisi bence belanın asıl kaynağıdır. Önümüzde bireylerinin, birbirlerini kolektif emeklerinin meyvelerinden yoksun bırakmak için yılmadan -zor kullanarak değil fakat yasalarla belirlenmiş kuralların tümüne gönülden uyarak- uğraştığı dev bir üreticiler topluluğu görmekteyiz. Bu bağlamda üretim araçlarının -yani tüketim mallarını ve buna ek olarak yatırım mallarını üretmek için gereken tüm üretim kapasitesinin- yasal olarak ve çoğu kez bireylerin özel mülkiyetlerinde olduğunun önemini kavramamız gerekir.

Konuyu basitleştirmek için, aşağıdaki anlatımda üretim araçlarının mülkiyetini paylaşmayan herkesi “işçi” olarak adlandıracağım, bu terimin yaygın kullanımına tam olarak denk düşmese de. Üretim araçlarının sahibi, işçinin işgücünü satın alabilecek durumdadır. İşçi üretim araçlarını kullanarak kapitalistin malı haline gelecek yeni mallar üretmektedir. Her ikisi de gerçek değer üzerinden ölçülmek üzere, işçinin ürettiği ile ona ödenen arasındaki ilişki bu sürecin esas noktasıdır. İş sözleşmesi “serbestçe” belirlendiği sürece, işçiye yapılan ödemeyi belirleyen ürettiği malın gerçek değeri değil, işçinin asgari gereksinimleri ve iş için rekabet eden işçi sayısına ilişkin olarak kapitalistlerin işgücüne ihtiyaçlarıdır. Teoride bile işçiye yapılan ödemenin ürünün değeri tarafından belirlenmediğinin anlaşılması önemlidir.


Kapitalizmin yasası


Kısmen kapitalistler arasındaki rekabet ve kısmen teknolojik gelişmelerin ve artan işbölümünün daha büyük üretim birimlerinin küçüklerin yerini almasını sağlaması sonucunda, özel sermaye az sayıda elde yoğunlaşmaktadır. Bu gelişmelerin sonucunda, demokratik olarak örgütlenmiş bir siyasi toplumda bile etkin olarak denetlenemeyecek devasa bir güce sahip özel sermaye oligarşisi oluşur. Bu böyledir çünkü yasama organlarının üyeleri, nereden bakılırsa bakılsın seçmenle yasama organının birbirinden ayıran özel sermaye tarafından büyük ölçüde finanse edilen ya da başka şekillerde etki altına alınan siyasi partiler tarafından seçilir. Bunun sonucunda halkın temsilcileri gerçekte nüfusun temel haklardan yoksun kesimlerinin çıkarlarını yeterince koruyamazlar. Üstelik, mevcut koşullar altında, özel kapitalistler kaçınılmaz olarak temel bilgi edinme kaynaklarını (basın, radyo, eğitim) doğrudan ya da dolaylı olarak denetlerler. Dolayısıyla, bir vatandaşın bireysel olarak nesnel yargılara varması ve siyasi haklarını akıllıca kullanması hayli zor hatta çoğu zaman imkansızdır.

Sermayenin özel mülkiyetine dayalı ekonomilerde egemen olan durum iki ana ilke ile nitelendirilir: Birincisi, üretim (sermaye) araçlarının özel mülkiyetidir ve mülk sahipleri bunu diledikleri gibi kullanırlar; ikincisi serbest iş sözleşmesidir. Bu anlamda tabii ki saf kapitalist toplum diye bir şey yoktur. İşçilerin uzun ve acı siyasi mücadeleler sonucu, bazı kategorilerde “serbest iş sözleşmesi”nin iyileştirilmiş bir biçimini sağlamayı başardıklarını özellikle belirtmek gerekir. Ama bütün olarak ele alındığında bugünkü ekonomi “saf” kapitalizmden fazla farklı değildir.

Üretime kâr için devam edilir, kullanım için değil. Çalışabilecek durumda olan ve çalışmak isteyen herkesin iş bulacağının bir garantisi yoktur. Hemen hemen herdaim bir “işsiz ordusu” vardır. İşçi her zaman işini kaybetme endişesi taşır. İşsiz ve çok düşük ücret ödenen işçiler kârlı bir pazar oluşturmadıkları için tüketim mallarının üretimi sınırlıdır ve sonuç meşakkatlidir. Teknolojik ilerleme çoğu zaman işin zorluğunu hafifletmek yerine daha fazla işsizliğe neden olur. Kâr güdüsü, kapitalistler arasındaki rekabetin durumuna göre gittikçe daha fazla derinleşen bunalıma yol açan sermaye birikiminin ve kullanımının istikrarsızlığından sorumludur. Sınırsız rekabet, emeğin çok büyük ölçüde heba olmasına ve daha önce de sözünü ettiğim gibi bireylerin sosyal bilinçlerinin sakatlanmasına yol açar. 

Bana kalırsa kapitalizmin en büyük kötülüğü bireylerin sakatlanmasıdır. Tüm eğitim sistemimiz bu beladan muzdariptir. Gelecekteki kariyerine hazırlanmak için açgözlü bir biçimde başarıya tapmak üzere eğitilmiş öğrenciye  abartılı bir rekabetçi yaklaşım aşılanır.


Beladan kurtulmanın tek yolu: Sosyalizm


Ben bu korkunç beladan kurtulmanın tek yolu olduğuna eminim. Bu yol, toplumsal hedefler doğrultusunda yönlendirilmiş bir eğitim sisteminin eşlik ettiği sosyalist ekonominin inşasıdır. Böyle bir ekonomide toplumun kendisi üretim araçlarının sahibidir ve üretim araçları planlı bir tarzda kullanılır. Üretimi toplumun gereksinimlerine uyduran planlı bir ekonomi işi çalışabilir durumda olanlara dağıtır ve erkek, kadın, çocuk herkesin geçimini garanti eder. Bireyin eğitimi, doğuştan sahip olduğu yeteneklerin geliştirilmesinin yanında, günümüz toplumundaki güç ve başarının yüceltilmesi yerine, bireyin içinde çevresindekilere karşı sorumluluk hissi geliştirmeyi hedefler.

Yine de planlı ekonominin henüz sosyalizm olmadığını unutmamak gerekir. Böylesi bir planlı ekonomiye bireyin tamamen köleleşmesi eşlik edebilir. Sosyalizmin başarısı son derece zor bazı sosyo-politik sorunların çözülmesini gerektirir. Siyasi ve ekonomik gücün merkezileşmesinin yarattığı etki alanının genişliği gözönüne alındığında bürokrasinin mutlak gücünü ve kendini beğenmişliğini engellemek nasıl mümkün olacaktır? Bireyin hakları nasıl korunacak ve bürokrasinin gücünü dengeleyecek demokratik bir karşı-güç nasıl sağlanacaktır?

Yaşadığımız bu geçiş sürecinde sosyalizmin hedef ve sorunlarının netliği çok önemlidir. Mevcut koşullarda, bu sorunların özgürce ve engelsiz tartışılması güçlü bir tabu haline geldiği için, bu derginin çıkarılmasının önemli bir kamu hizmeti olduğunu düşünüyorum.


*Bu makale ilk kez Monthly Review Dergisi'nin ilk sayısında yayınlanmış (Mayıs 1949). Alınteri.net çeviri grubu tarafından çevrilmiştir.

10 Ocak 2015 Cumartesi

SÜNNİ KARŞI DEVRİMİNDEN KAÇARKEN EMPERYALİZMİN ve ŞİA KARŞI DEVRİMİNİN İPİNE SARILMAK



Sünni karşı devrimcilerin (şeriatçıların) CHARLIE HEBDO dergisine yaptıkları saldırı ile insanların canice katledilmesi ister istemez tartışmaların odağına oturdu.

Aslında bu tartışma bugünün tartışması değil. İlk olarak El-Kaide'nin 11 Eylül saldırıları ile gündemde yerini almıştı, HEBDO saldırısı ile saflaşmanın öznesi oldu.

Tepkiler de ikiye ayrılmış durumda. Bir kısım yapılanı sadece lanetlerken, bir kısım da eden bulur mantığıyla hareket ediyor. Kusura bakılmasın ama bu kargaşaya biraz farklı bir pencereden bakmak yine bize düşüyor. 

Sovyetlerin yıkılışından sonra dünya kapitalist/emperyalistlerin talanına açıldı. Amansız bir paylaşıma ve talana dönüştürdüler. Önlerine geleni kadın çocuk demeden katletmeyi sıradan görür oldular. Süreçte milyonlarca insanı kadın çocuk demeden en vahşi yöntemleri kullanmaktan çekinmeden katlettiler ve hala kendileri veya uşakları vasıtası ile katletmeye devam ediyorlar. Ya herkes bu alçaklara ya da bunların uşaklarının bomba ve katliamlarına boyun eğecek ya da isyan edecek.

Afganistan’la başlayan proje Irak’la devam etti. 

Bu sürece damgasını vuran kavramlardan olan “terörizm” de emperyalistlerin vazgeçilmez malzemelerinden biri oldu. Kim emperyalizm karşıtı ise teröristti (!) Buna göre muamele görecekti. En gelişmiş teknolojisini arkasına alan emperyalistler, “terörist”leri yok ederken, bunların kendisine geri döneceğini belki tahmin etmiyordu. Ve o “terörist”ler 11 Eylül’de sahneye çıktı. 2001’de 11 Eylül, 2002’de Tunus ve Bali, 2003’te Suudi Arabistan, Fas, İstanbul, 2004’de İspanya, Londra ve Şarm El Şeyh’te emperyalizme olan nefret, bomba olarak patladı vs vs vs.

Sovyetler Birliği, 1979 yılında Afganistan’ı işgal etti. 

Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan, Sovyetler’e karşı Afgan ve müslüman ülkelerden topladığı anti-komünist grupları destekledi ve her türlü yardımı sağladı. Usame Bin Ladin, Sovyetler ile çatışmalara girerek, Afganistan’da ki guruplar  arasında sivrilen bir isim oldu. 1990 başlarında ülkesine kahraman olarak döndü. 
Güçlendikçe, ABD ile araları bozuldu. Artık, kendi başına bir güç haline geldi. “Kafir”lere karşı “mümin”lerin sesi iddiasıyla savaş açtı batıya. 

Usame Bin Ladin’in Afganistan’da ABD ile kesişen yolları, ABD’nin Ladin’in başına 5 milyon dolar ödül koymasına kadar vardı.


Bu emperyalist talanda Başta ABD ve Batı olmak üzere yeni statükoda yer alıp Ortadoğu ve Afrika'nın enerji kaynakları ile yeraltı zenginliklerini ve pazarlarını kendi lehlerine sömürmek isteyen Rus oligarkları, emperyalist özentisi İran Din Diktatörlüğü vs vs de ahlaksızlığın ve zulmün bir tarafı olmaktan çekinmediler. 

Buradan başlayan maceranın sonunda kim ne derse desin, şeriatçı tayfa şu anda belirli bir hareketin ve mücadelenin önderidir. Geldiğimiz aşamada emperyalistlerin kendi adamı, emperyalizme karşı en büyük hareketlerden birini örgütlemiş oldu.
Daha doğrusu, emperyalistlerin dizginsizce katliamlarına bir biçimde tepki vermek isteyen insanlar, yanıbaşlarında en kestirme yol olan şeriatçıları buluyorlar ve El-Kaide IŞID vs gibi şeriatçı yapılar giderek bir örgütten çok bir tür üst çatı haline dönüşüyor. Sosyalistlerin, komünistlerin örgütleyemediği öfkeyi, şeriatçılar bünyesinde topluyor. 

Bu noktada, başta ABD olmak üzere tüm emperyalistlerin bu durumdan memnun olduğunu söyleyebiliriz. 

Her durumda şeriatçıların öne çıkarılması emperyalistlerin orta ve uzun vadeli çıkarları açısından en az riskli olan seçenektir. Emperyalistler yürüttükleri kanlı yeniden paylaşım mücadelesi ve bunun en vahşi alanı olan yerlerde geniş emekçi kesimlerin direniş eğilimlerinin gelişeceğini elbette bilmektedirler. Bu direniş eğilimlerinin kapitalist sistemle bir sorunu olmayan, ayrıca evrensel bir dile ve kurtuluş projesine sahip bulunmayan, “ilkel müslümanlar” söylemini ve “medeniyetler çatışması” hikayesini en fanatik dinci tarzda işlemeyi mümkün kılan islamcı örgütlere kanalize olması onların işini kolaylaştırmaktadır. Her durumda şeriatçılar ve uzantıları öne çıkarılarak, militan halk dinamiklerine adeta bir adres de gösterilmektedir. Günümüzde Irak ve Suriye'de bu daha somut yaşanıyor. Irak ve Suriye'de işgal karşıtı direnişin bir bileşeni olan şeriat uzantısı örgüt veya örgütler bizzat emperyalistler ve onların uşakları tarafından tek rakip haline getirilerek adeta direnişin tek unsuru gibi lanse edilmeye ve böylece direniş şeriatçılarla özdeşleştirilmeye, bu yoldan direnişe dönük enternasyonal dayanışmanın önü kesilmeye, savaşı gerekçelendirmede sağlam bir dinci söylem geliştirilmeye çalışılmaktadır.

Bu bağlamda Küresel veya yerel cihad hareketleri anti-emperyalist bir hareket değil. Emperyalizmi yıkıp, yerine daha adil bir sistem isteyen örgütler hiç değil. Belki, bu niyetle bu harekete katılanlar olabilir. Bu bir şeyi değiştirmez. Ortada emperyalizme karşı biriken bir öfke var ve tek gerçek ise; karşı devrimcilerin değil bizim o insanlara ulaşmamızın gerektiğidir.

Yapılan istatistikler, Amerika’nın Irak’ı işgal ettiğinden bu yana intihar saldırısı eylemlerinde çok büyük bir artışın olduğu yönünde. Gün geçmiyor ki, bomba yüklü bir araç, beline bombaları bağlayan bir eylemci bir hedefe yönelmesin. Bu eylem tarzı, Irak’ın sınırlarını da aşarak büyüyor. Ortadoğu’da özellikle şeriatçı hareketler arasında tipik hale gelen bu eylem tarzı artık sadece bölgeyle sınırlı kalmıyor, giderek batı coğrafyasına taşınıyor. Metropol kentleri hedef seçen bombalar, ortaya vahşet görüntüleri çıkarıyor.

Diğer taraftan ise, yıllardır, emperyalistlerin bu katliamlardan kat kat fazlasını yaptığı ve bunlara karşı insanların seyirci kaldığı gerçeğini tüm dünyaya gösteriyor. Çocuk, genç, yaşlı demeden, bombalara hedef olmasından başka bir suçu olmayan insanların nasıl hayata veda ettiklerini de gösteriyor aynı zamanda. Elbette, şeriatçı eylemlerinin tarzı da hiçbir toplumsal kaygı taşımamaktadır. El-Kaide vb. gibi örgütler için önemli olan sadece elde edeceği sonuçtur. Ki bu noktada ki somut hedefi de dehşet yaratmaktır. Şimdiye kadar yapılan eylemlerde temel kıstas bu olmuştur. Yüzlerce insan bu tarz eylemlerde ölmüştür. Her ne kadar HEBDO'ya yapılan saldırı farklı bir tarzda bile olsa görünen o ki insanlar ölmeye devam edecek.

Bu eylemlerin arkasından topluca dökülen timsah gözyaşları da artık, emperyalist politikanın vazgeçilmezlerinden olmuştur. Bir anda hepsinin insan oldukları, acıma hissinin hâlâ varolduğu akıllarına gelir. Birkaç saniye sonra da unutulur (!) Çünkü, insani değer yerini, kâr oranlarına bırakmıştır. Kapitalist, düşünce, kapitalist hissiyat bu oranlardan bağımsız düşünemez, hareket edemez. Zaten hemen akabinde intikam yeminleri içilir, bombalamak için yeni hedefler aranır. Bu şunu açıkça gösterir ki, emperyalist bombalamaları birer sonuçtur. Birikmiş öfkenin dışa vurumudur. Kısasa kısastır. Irak ve Suriye'de binlerce insanı katleder, pazar yerlerini bombalar, yaraladığı insanı dünyanın gözü önünde kurşuna dizer, taş üstünde taş bırakmaz, bir ülkeyi yıkar sonra da bir kenara geçip, ben özgürlük götürüyorum dersen kimse bu pişkinliğe, bu yalana inanmaz ve sessiz duramaz. 

Pazar yerlerini santralleri, ekmek frınlarının önünde kuyrukta bekleyen insanları, sivil yerleşimleri akıllı bombalarıyla, roketleriyle yerle bir eden aşağılık emperyalistler ve uşakları mızrağın ucu kendi ülkelerine döndüğünde “terör” yalanına başvuruyor. 

Aslında açık bir ırkçı, dinci söylemin en vahşi görünümü bu. El-Kaide gibi kendi ürünleri olan örgütleri vahşi dinciler olarak suçlayanların asıl kendileri misliyle vahşi ve ırkçı, dinci bir söyleme ve pratiğe sahiptirler. Arapları ve tabii ki ezilen halkların tümünü aptal ve ilkel gösteren, islamı sürekli aşağılayanlar ve bu temelde ayrımcılık yapanlar kendileridir. Rüzgar ekiyorlar sürekli ve fırtına biçiyorlar. Bu saldırılar ezilenlerin öfkesinin kör yönünü ifade ediyor. Haklı ve meşru bir nesnel zemine dayanıyor. Ancak doğru hedeflere yönelmiyor, doğru yöntemlere yaslanmıyor.


Burada ikili bir görevle karşı karşıyayız. Ne haklı zemine dayanması nedeniyle bu eylemlerin sivillleri vurmasını onaylayacağız ne de sivilleri vuruyor diye, “terör” söylemine kendimizi kaptıracağız. Biz terörün kaynağının kapitalist sistem ve barbar emperyalistler olduğunu biliyoruz. Biz çarenin ezilenlerin öfkesini onları insanlığın daha yüksek bir düzeyine ulaştıracak devrimci savaş olarak ifade ettiğimiz ölçüde sorunun çözülebileceğini biliyoruz. Bunun için de sosyalizm perspektifi taşımayan, hiçbir yapılanma insanlığın kurtuluşu olamayacaktır. Şu bilinmelidir ki, bu barbarlık karşısında, tek alternatif, insanlığın kendi eliyle kuracağı sosyalist toplumdur. Gerisi, emperyalist yalancıların ve onların uşaklarının insanları aptal yerine koymasından başka bir şey değildir. 

CHARLIE HEBDO saldırısının en önemli özelliklerinden birisi Avrupa'da faşist güçler tarafından ırkçı/anti-islamcılığın tırmandırılma çabalarına denk gelmiş olmasıdır. Bu ırkçı/anti-islamcı tırmanışın kökleri kapitalist/emperyalist krizin geldiği noktada ki işsizlik sorununda gizlidir ve sınıfsaldır. Irkçı/anti-islamcı hareketin tırmandırılmaya çalışılmasının temel nedeni kapitalist/emperyalist krizin sınıfsal çelişkilerini gözden saklama çabasıdır. 

İşte bu bağlamda kapitalist/emperyalist ahlaksızlık gerçeğini görmezden gelip bizlere sıtma olarak gösterilen cihat hareketine karşı ölümümüz olan herhangi bir türden emperyalizmin uşaklığına razı olmayacağız. 

Olanların hepsinin kapitalist/emperyalist ahlaksızlığın türevleri ile  çıkar savaşları ve sınıf çelişkilerinin sonuçları olduğunun farkındayız. Bu nedenle emperyalistlerin işini kolaylaştıracak şekilde onlarla aynı ağızdan konuşmayacağız, yazmayacağız, davranmayacağız. 

Estirilen bu yalan rüzgarı sonucunda gerekçesi ne olursa olsun şuursuzlaşıp Rus oligarklarının ve  İran din diktatörlüğünün uşağı şia karşı devrimcisi Hizbullah ile kol kola girecek kadar insanlık ve halk düşmanına dönüşmeyeceğiz. 

Veya her hangi bir emperyalistin kolu kanadı altına girmek için kırk takla atmayacağız. 

Halkların ve insanların hiç bir değerini ve tercihini aşağılamayacağız. İnancı mezhebi kişisel tercihi ne olursa olsun insanlara karşı NEFRET SUÇU işlemeyeceğiz.  

Sınıf bilinçli sosyalist devrimciler olarak tarihin hiç momentinde ahlaksızlıkla yan yana olmadık . OLMAYACAĞIZ.